BİR FİLOZOFUN ANILARI: KARANLIKTAN AYDINLIĞA GİDEN YOL… HAMDIM PİŞTİM YANDIM…

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Her dervişin Allah’a ulaşmada gittiği bir yolu ve hikâyesi vardır.

Benimkisi ise on üç yaşımda annemin vefat etmesi ile başladı. Varlığıyla bana ışık olan, her türlü kötülüğe karşı sırtımı yaslayabileceğim annemi 1991 yılında kanser yüzünden kay­betmiştim. Maalesef etrafımda vefat eden annemin yerini doldurabilecek, bana sevgi verebilecek ve doğru yolu gösterebilecek hiç kimsem yoktu.

O günlerde annemin son zamanlarını geçirdiği yatağının hemen yanı başında duran kırmızı kapaklı bir kitap dikkatimi çekti: Üzerinde “Kur’an’ı Kerim ve Türkçe Meali” yazıyordu… Okumaya başlamamla, elimden düşmeyen bir kitap halini almıştı. Sevgisizliğimin ve yalnızlığı­mın çaresini, annemin başucundan hiç ayırmadığı bu kutsal kitapta bulmuştum. Uyumadan önce Kur’an okuyor, kalbimdeki boşluğu onunla dolduruyordum. Yaşım küçük olduğu için kimi ayetlerde çok korkuyor, kimisini anlamıyor, kimisinde de “Allah’ım beni öyle olmaktan koru, beni doğru yoluna ulaştır vs” diyordum. Zaman içerisinde yaşım büyüdükçe okuduğum ayetlerde kendimi, yaşadık­larımı ve çevremdekileri görüyor, Kur’an’ın aslında hayatın ta kendisi olduğunun bilincine varıyordum.

Gençlik günleri ve üniversite yılları derken kendimi hayatın olağan akışına bırakmıştım. Kuran’ı Kerim’i çok iyi biliyordum ama onda yazanlara aykırı bir hayat yaşıyordum. Üniversiteden mezun olduktan sonra Ankara’daki hayatım bana monoton gelmeye başlamıştı. Bir mazeret yaratıp kendimi bu ortamdan kurtarmaya karar vermiştim. Askere gitmek bu açıdan iyi bir fikirdi.

Daha önce çevremde vatani görevini yapmış olanların bana anlattıkları kaygı verici senaryoların aksine, kışlaya varmamla birlikte içimde mekân değiştirmenin getirdiği büyük bir rahatlama hissettim.

Bizden daha önce gelenlere üniformaları verilmiş, giyin­mişlerdi bile. Ancak, henüz benim gibi sivil, sudan çıkmış balığı andıranlar da vardı. Onlara yanaştım, selamlaştık. İlk iki günü, tertiplerimizin gelmesini beklediğimizden, üniformasız olarak etrafta boş boş dolaşarak ve diğer askerlerin ne yaptığını gözlemleyerek geçirdik. Bütün tertiplerin katılmasının ardından, acemilik dönemi başladı…

İlginçtir, gencecik yaşımda ne gibi dünyevi sıkıntılarla boğuştuysam, askeri kışlada kendimi sanki bir tatil köyünde kafa dinliyormuş gibi hissettim. Yemek bulma, para kazanma, yatak, kılık kıyafet, ev, bark, araba derdi yok! “Sabah ne giysem?”, “Bugün ne yapsam?”, “Hangi kıyafetimi giyersem daha çekici olurum?”, “Saçımın şekli nasıl?” ya da “Nasıl görünüyorum?” gibi dertler yok… Hemcinslerim ile delikanlılığımın getirdiği testesteron yüklü, hayata ve kadınlara dair girdiğim gereksiz gizli rekabet ya da soğuk savaş yok!. Kısacası sanki dünyevi ve nefsani tüm bağlarımı ko­partmış, toplumsal baskılardan, sıkıntılardan ve tabulardan sıyrılmıştım…

Önceden günün büyük bir bölümünde zamanımı çalan televizyon, hayatımdan neredeyse çıkmıştı. Gazeteye hiç dokun­muyor, beynimi gereksiz bana sıkıntı ve vesvese veren yalan haberlerle doldurup zamanımı boşa harcamıyordum. İnsanlarla muhabbet etmek bana daha iyi geliyordu.

Her sabah aynı saatte kalkıp, aynı insanlarla kah­valtı yapmak, aynı saatlerde yemek yemek, aynı kıyafetleri giyip göreve gitmek, görevde ne yapacağını, kim olduğunu, ne olduğunu bilmek, iyi ve kötü taraflarınla, güçlü yönlerinle ve zaaflarınla yüzleşmek, aklına ve nefsine hakim, disiplinli, kendini bilen bir insan olarak yaşamak bana derin bir huzur vermişti. Sistemde en ufak bir kusur ya da sıkıntı yoktu. Herkes yerini yurdunu biliyor, dolayısı ile de tüm işler düzenli bir şekilde ilerliyordu. Bu düzende insana tuhaf bir huzur veriyordu.

Tüm bu düzene ve huzura rağmen yine de bir insan olarak orada var olma savaşı verdiğimi itiraf etmeliyim. Ancak bu var olma ve hayatta kalma savaşı beni Allah’a daha çok yaklaştırdığı için bana keyifli gelmişti. Neden derseniz, yiyecek kısıtlı olduğundan karnımı doyurmak için bulduğum her şey bir nimetti. Çok az yapabildiğim için banyo yapabilmek benim için bir nimetti. Sivil hayatta sahip olup da kıymetini bilmediğim her şey burada bir nimetti… Aslolan şuydu ki hayatın kendisi bir ni­metti ve bunu en güzel şekliyle yaşamak gerekiyordu… Nimet bilinciyle artık kendimi “Andolsun biz Lokman’a, “Allah’a şükret!” diye hikmet verdik.” (Lokman 12) ayetindeki gibi her ânıma, nefes alıp verdiğim her saniyeye, sahip olduğum her şeye Allah’a şükrederken buluyordum.

Artık her sabah güne sevinçle başlıyor, “Bugün bana neler göstereceksin, neler öğreteceksin ya Rabbim! Verdiğin her şeye şükürler olsun!” diye kalkıyor, sadece ânımın tadını çıka­rıyordum. Yaşadığım andan, aldığım her nefesten zevk alıyor, kendimi, hayatı ve etrafımdaki her şeyi seviyor, oldukları gibi kabul ediyordum. Çarşı iznine çıktığımda, sivil hayatın içine girdiğim anda, ço­ğunlukla canım sıkılıyor, akşam olsun da evime yani kışlama döneyim, ailem gibi gördüğüm arkadaşlarımın yanına varayım istiyordum. Anlamıştım ki, aile birliğinin eksikliği çok derin bir yaraydı içimde. Ailenin ne kadar kutsal ve önemli bir oluşum olduğunu orada anlamıştım. Cennetin de anaların ayakları altında olduğunu…

Günler günleri takip ederken, gitgide kendisiyle daha barışık bir insan oldum. Özüme sevgi ve saygı duymakla birlikte, Allah’a karşı da sonsuz bir sevgi ve saygı başladı içimde. Çocukluğumdan beri iç dünyamda hep O’nunla konuşurdum, hep O’na ulaşmaya çabalardım ama artık O benim en iyi dostumdu. Sürekli iç alemimde O’nunla konuşuyor, sohbet ediyor, dertleşip gülüyor, yatağıma da öylece kıvrılıyordum.

Her akşam, koğuştaki sesler beni rahatsız etmesin diye kulağımı tek elimle kapatıp, sadece kalp atışlarımın eşliğinde, “Bugün nereye gideyim Rabbim?” diye sorup, kendimi O’na koşulsuz teslim edip, uykuya dalıyor, O’nun beni götürdüğü diyarlarda edindiğim enteresan arkadaşlarla mutluluk oyu­numa kaldığım yerden devam ediyordum. Sanki rüyamda ne görebileceğimi bile kontrol edebiliyordum.

Gündüzleri genellikle hep aynı yerlerde nöbet tutuyordum. En sevdiğim yer ordu komutanının evinin civarıydı. Bu bölgeye komutan ve askerler paşayla karşılaşmamak için pek sık uğramazdı. Çoğu kez gördüğüm tek kişi görevli nöbet değiştirici oluyor, o da beni alıp geri götürüyordu.

İtiraf etmek gerekirse, askerdeki çoğu insanın aksine nöbete gitmeyi seviyordum. Karışan kimsenin olmaması, kendimle baş başa kalabilmem ve düşünmeye epey vaktimin olması bana iyi geliyordu. Nöbette bana arkadaşlık eden karıncalara da şeker, ekmek kırıntısı gibi gerekli yardımı yapmaktan geri durmuyordum. Karıncaların bu yiyeceklere karşı gösterdikleri reaksiyonu, birbirleri ile haberleşip işçi karıncalarla birlikte delikten nasıl çıktıklarını, yönlerini değiştirerek birkaç saat içinde olan biteni ortadan nasıl kaldırdıklarını gördükçe hayrete düşüyordum.

Karıncalar hakkında beni en çok hayrete düşüren şey ise onların yaban arıları ile olan savaş­larını gözlemlemekti. Sonbahara doğru, henüz sıcaklar etkisini yitirmemişken, yuvanın dışına irili ufaklı kanatlı karıncalar çıkmaya başlamıştı. Hareket etmekte zorluk çeken, havalanır havalanmaz tekrar yere düşen bu karıncalar, sanki ilk uçağını yapmış bir ırkın deneme uçuşunda yaptığı gibi, bir uçup bir yere çakılıyorlardı. Günler geçtikçe o ka­natlı karıncaların artık nasıl birer profesyonel olduklarına ve kalkışa hazır uçaklar gibi yuvanın girişinde teyakkuzda beklediklerine şahit oldum. Diğerlerinden daha büyük, koca kafalı, tahminime göre asker ya da nöbetçi olan karıncalar ise etrafa dağılmış bir şekilde duruyor, korudukları işçi ka­rıncalar da onların oluşturduğu koridorun arasından geçip gidiyordu. Arılar 5-10 kişilik filolarıyla sadece kanatlı olan ka­rıncalara saldırıyor, diğerlerine hiç dokunmuyorlardı. Onları alıp uçuyor, bir yaprağa konuyor, kafalarını ağızlarıyla tutup vücutlarını bacakları yardımıyla çevirip koparıyor, sonra da bu kafaları alıp, uçup gidiyorlardı. Kendi kendime “Ne garip, tıpkı biz insanlara benziyorlar. Teknolojisi gelişmiş sömürgeci ülkeler, sanki daha az gelişmiş ya da gelişmekte olan bizim gibi ülkelere saldırıp, suikastler düzenleyip, onların gelişmesini engelliyor, onların güçlenmesini istemiyor gibi.” diye düşünmüştüm… Aslında arıları engelleme şansım vardı tabii ama doğaya karışmak ve dengesini bozmak istemedim. Sadece bulunduğum ortamın bir parçası oldum. Allah’ın neler yarattığını, her şeyi nasıl kontrol etiğini düşündüm.

Rabbimizin benim karıncaları gözlemlediğim gibi biz insanoğlunu nasıl izlediğini, canlı cansız her türlü varlıktan nasıl haberdar olduğunu düşünüp, duygulandım ve aslında bizim de bu karıncalardan pek bir farkımız olmadığının hissiyatı ile gözyaşlarıma hakim olamayarak dizlerimin üzerine çöktüm. İçimizden biri o kafası koparılan kanatlı karıncalar gibi öylece ölecek olsa, hayat ve sistem işlemeye devam edecekti. Bu dünyada hiçbir önem ve anlamımın olmadığını, bir “HİÇ” olduğumu, kafama taktığım her şeyin aslında ne kadar manasız olduğunu, her şeyden önnce ve her şeyden sonra var olacak olanın sadece O olduğunu anladığımda çok garip bir şey oldu. Dizlerimin üzerinden yavvaşça doğrulmaya başladığımda, tüm ağaçların, yerin, göğün, otların, dağın, taşın, toprağın, karıncaların, arıların, hepsinin nefes alıp verişini duydum. Bana bir şeyler söylemek istiyorlardı, bir şey tecelli olmuştu san­ki. Gözlerim yuvalarından çıkmış bir şekilde yaşadığım bu tecellinin yarattığı korkuyla başımı göğe dikip iyice kulak verdiğimde ise duyduklarım şunlardı:

 “Evet, hepimiz biriz ve sadece O’nun içiniz. Şükürler olsun O’na”

Yer gök inliyor, Allah’a şükrediyordu. Her şey rabbini hamd ile tespih ediyordu.  O anda ben de etrafımdaki her şey ile bir olmuştum. O günden sonrada Tanrıya aşık olduğumu, aklıma takılan vesveselerden, olumsuz düşüncelerden, sıkıntı ya da korkulardan arınıp şükür ile yatıp kalktığımı ve başıma ne gelirse gelsin Ondan geldiğini ve Ona geri döneceğimi düşünerek Allah’a teslim olmuş bir şekilde askerliğimi tamamladığımı söylemeliyim. Askerliğim süresince sivil hayatımda ne büyük bir hastalığım olduğunu idrak etmenin yanı sıra, “Şükürler olsun beni bu hastalıktan kurtaran Rabbim’e” deyip, müthiş bir aydınlanma, huzur ve barış içerisinde sanki yerçekimsiz bir ortamda yaşıyormuşçasına O’na her daim hamd ve şükrettim. An­ladım ki, şükretmek; Kur’ân okumak, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek kadar büyük bir ibadetti. Her ana, her saniyeye, her nimete, tüm hayra ve şerre, O’ndan gelen her şeye “ŞÜKRETMEK”… Zaten şeytanın da amacı insanı şükretmekten uzaklaştırmak değil miydi? İnsanları Allah’a karşı, O’nun verdiklerine şükrettirmeyerek isyana sürükleyeceğini söylememiş miydi? Allah hemen hemen her suresinde “Yine de şükretmezler, insan nankördür” diye devamlı bu ibade­tin üzerinde durmuyor muydu? Rabbim askerlik görevimde bana şükretmeyi nasip eylemişti…

İç dünyamda yaşadığım bu süreç askeri üniformamı giydiğim son güne kadar sürdü. Yani Şeytan’ın insanların büyük bir çoğunluğunu türlü aldatmacaları ile kontrolü altına aldığı ve sisteme köle ettiği kokuşmuş kapitalist dünya düzenine geri dönene kadar…

Şüphesiz ki, sivil hayata geri dönüşte beni ciddi sınavların ve zor anların beklediğinin farkındaydım ve sivil hayata geri dönünce biraz yoldan biraz şaştım ama Allah’ın iz­niyle kendime bir orta yol tutturdum gidiyorum işte… Oysa askere giderek Matrix benzeri kokuşmuş sistemden çıkmış, kâbustan uyanmış, hatta yeniden doğmuştum diyebilirim. Zannedersem bu benim ilk dirilişimdi…

“Doğduğu gün, öleceği gün ve diriltileceği gün ona selâm olsun!” (Meryem 15)

“Doğduğum günde, öleceğim günde, dirileceğim günde bana selam olsun” (Meryem 33)

********************************

Bir ustam olmadığı için, askerde yaşadığım bu ilahi deneyimlerin ne olduğunu anlayabilmek ve Allah’a yeniden tam bir teslimiyet yaşayabilmek için ilime sarıldım. Araştırmalarım sırasında Cumhuri­yet kurulurken hemen hemen bütün tarikatların ve dergah­ların kapatıldığını ama Mevlevi dergâhlarının korunduğunu ya da müzeye çevrildiğine denk geldim. Bunun nedenini anlayabilmek için Mevlevilik üzerine yoğunlaştım. Karşıma, Mevlana’nın anladığımız manada bir tarikat yaklaşımıyla hareket etmediği sonucu çıktı.

Mevlana’nın hayatı boyunca tarikatlara özgü birtakım kurallara uymadığını, kendisine bağlananlar için özel kurallar koymadığını öğrendim.. Sözgelimi, kendisine bağlananlar için ne bir giriş töreni düzenliyor, ne de belli bir zikir öngörüyordu. Diğer tarikatlar gibi özel giysilerle ayrılma yoluna da gitmemişti. Bilinen başlıca uygulaması müritliğe kabul edilenlerin saç, sakal, bıyık ve kaşlarından birkaç kıl kesmek, kendisine halifelik verilenlere de bugün hırka denilen geniş kollu, yakasız, önü açık bir giysi olan fereci giydirmek, halkı aydınlatma görevini simgelemek üzere bir çerağ vermekti. Mevleviliğin başlıca kurallarından birisi olan semayı da yalnızca aşk ve cezbe için yardımcı bir öğe sayıyordu.

Ancak, Sultan Veled, halifeliği döneminde babası Mevlana’nın dü­şüncelerini temel alarak Mevleviliği kendine özgü kuralları ve törenleri olan bir tarikat haline getirmişti. Bundan sonraki süreçte, Sultan Veled’in şekillendirdiği Mevlevilik yolunun, askerlik eğitimiyle pek çok ortak yönü olduğunu farkettim.

www.semazen.net sitesindeki açıklamalara göre Mevlevilikte tasavvufi eğitimin amacı, insanın kendine gelmesini, kendini bulmasını sağlamaktır. Gerçeğe ulaşmak için insan tabiatına aykırı yöntemlere başvurulmamalıdır. Gerçeğe ulaşmanın asıl yolu aşk ve cezbedir. Bunun için de isimlerden ve kelimelerden geçip Allah’ı bulmak, Allah dışındaki varlıklardan arınmak gerekir. Mevleviliğe göre mürit kendini mürşidinde yok etmeli, kendine baktığında mürşidini görmelidir. Mürşidinin tüm isteklerini tereddüt etmeden kabul etmeli, ona itaat etmelidir. Kendisini mür­şidinden uzaklaştıracak hiçbir sözü dinlememeli, onun iyiliğin mutlak temsilcisi olduğuna inanmalı, hakkında kötü düşünmemeli, yanında çok konuşmamalıdır. Halvet yani çile, başka tarikatlardaki gibi kırk gün süren bir ibadet ya da riyazet biçiminde değil, tekkede hizmet biçiminde uygulanır. Binbir gün süren bu halveti tamamlayan kişiye ise derviş adı verilir.

 Halvet ya da çile eğitiminde süreç şu şekilde işler:

Mevlevî olmaya karar veren kişi gençse, ailesinin rızâsı alınır. Kendisine bu yolun güçlükleri anlatılır, ısrâr eder ve kabûl olunursa “matbah” denilen eğitim bölümünde, kapı­dan girince hemen sol tarafta, kapı dibinde bulunan postta üç gün oturtulur. Bu üç gün içinde iki diz üstünde başı eğik olarak oturan aday, orada yapılan işleri seyreder, mecbûriyet olmadıkça konuşmaz, mecbûr olmadıkça posttan kalkıp bir yere gitmez. Üç gün sonra huzûra çıkar, kararında durduğunu söylerse, geldiği elbiseyle on sekiz gün getir-götür işlerine bakar. On sekiz günün sonunda ona artık mevlevîlerin özel kıyafetleri giydirilir ve çilesi başlamış olur.

Çile esnasında ortalığı silip süpürmek, odun getirmek, çarşıdan alış-veriş yapmak, çamaşır yıkamak gibi günlük iş­leri yapmaktan başka mutlaka sema meşk eder, mesnevî okur. Kâbiliyeti varsa ney üflemek, kudüm vurmak, âyin okumak gibi mûsikî sanatı yahutta hat, tezhip, minyatür gibi diğer güzel sanatlarla ilgilenmesi sağlanır. Bu meşklere, çilesini doldurmuş ve hücre sahibi olmuş “dede” ler nezâret eder.

Çilesini tamamlayan dervişlerin dergaha kabulü için taç ve hırka giydirme adında küçük bir tören yapılır. Taç giyecek mürit başını açarak şeyhin önüne oturur, başını şeyhin di­zine koyar. Mevlevi silsilesini okuyan şeyh, Allah’tan müridi fakirlik yolunda (tasavvuf) başarılı kılmasını, başına manevi bir taç ihsan etmesini dileyerek tacı giydirir. Fatiha sûresini okuyarak dua eder. Hırka ise ayakta giydirilir. Yeniden Mev­levi şeyhleri silsilesi ve Fatiha okunur, dua edilir.

Ve askerlik…

İlk gün size askerlik süreniz boyunca giyeceğiniz elbise­leriniz verilir, sonraki birkaç gün orada burada tertiplerinizle oturur, etrafı izler, diğer askerler ne yapıyor diye gözlemlersiniz. Daha sonra Mevlevilikte “çile” denilen “acemilik dönemi” başlar.

Sizi koruyup gözetmesi ve kuralları öğretmesi için siz­den daha önce askerliğe katılmış tecrübeli bir çavuş ya da Mevlevilik’te “dede” dedikleri gibi sizin de kendisine “dede” diyeceğiniz bir üst devreniz sizin başınıza verilir. Tecrübesiz, acemi bir asker olduğunuz için dedenizi, yine tıpkı Mevlevilikteki mürid-mürşid ilişkisi gibi sıkı sıkıya tam bir bağlılıkla takip edersiniz. Dedenizin ya da üst devrenizin sizin iyiliğinizi istediğini, orada başınıza kötü bir şey gelmemesi için uğraştığını, size her türlü sıkıntıda yardımcı olacağını bilir, ona büyük bir sevgi ve saygı duyarsınız. Onun sözünün dışına asla çıkmazsınız. O “dede” artık sizin komutanınız ve öğretmeniniz olmuştur.

 Dedeniz size askerliğin gereklilikleri olan selam verme, yürüme, künye tanıtma ve tüm detaylarıyla askeri hareketleri, kuralları ve bilgileri size özenle öğretir. Bunların yanı sıra komutanlar tarafından orada hiç boş tutulmazsınız. Mutlaka kafanızı meşgul edecek ve sizi bulunduğunuz ortama alıştıracak tuvalet te­mizliği, mıntıka temizliği, hamam temizliği, karavana taşıma, çöpleri toplama, nöbet tutma, ağaç sulama, silahlı eğitim vs gibi angarya işler size yaptırılır.

Sivil hayatta belki hiç yapmadığınız ve asla yapmayacağı­nız bu tip angarya işleri yaparak, zamanla bu işlere alışır ve sahip olduğunuz makam, mevki ve unvan gibi birçok dünyevi zaaftan ve bunların getirdiği kibir, böbürlen­me, dik başlılık gibi kusurlardan arınırsınız. Böylece özünüze dönersiniz. Herkesle bir ve eşit olduğunuzu idrak etmekle birlikte, sivil hayatta sahip olduğunuz tüm ünvanların ve statülerin tamamen boş ve geçici hevesler olduğunu anlarsınız.

Uzun dönem askerlikte üç ay, kısa dönem askerlikte ise bir ay süren bu acemilik döneminden sonra, bir asker adayı olarak yemin töreni adı verilen bir törenle, aynı Mevlevilikte olan taç giydirme töreninde olduğu gibi, bağlı bulunduğunuz komutanlığın tüm üst düzey subayları ve ailelerinizin önünde, vatanına ve ordusuna her türlü durumda ölümüne hizmet edeceğinize dair askerlik silsilesini okur ve yemin edersiniz.

Acemilik süresince gös­termiş olduğunuz başarıya ya da eğitim düzeyinize göre er, erbaş, onbaşı ya da çavuş rütbesi alırsınız. Artık siz tam bir askersinizdir. Sivil hayattaki tüm dünyevi kimliklerinden, ihtiras­larından, kuruntularından sıyrılmış, o sistemin ve o ailenin bir parçası olmuşsunuzdur. Daha sonra almış olduğunuz eğitime göre sizin için belirlenmiş bölüklerde ya da kurumlarda hizmet etmek üzere, tıpkı kalbi her türlü pislikten arınmış ve Allah’a ulaşmış bir derviş gibi usta birliklerine doğru yola çıkarsınız.

Askerliğinizin sonuna kadar giyeceğiniz kıyafetleriniz, yatacak yeriniz verildiği, saç tıraşınız bedava olduğu, üç öğün yemeğiniz önünüze konduğu, markette satılan ürünler dışarıdaki fiyatlardan %90 daha ucuz olduğu, sağlık giderleriniz bedava olduğu, herkes aynı saç ve kıyafetle gezdiği için askeriyede para kazanma, aç kalma, yatak, kılık kıyafet, ev, bark, araba derdi yoktur. Ayrıca sizi hem cinsleriniz ile rekabet içerisine sokacak ve şehvet duygularınızı azdıracak herhangi bir karşı cins olmadığı için de sabah ne giysem, hangi kıyafetimi giyersem daha yakışıklı olurum, saçımın şekli nasıl ya da nasıl görünüyorum acaba gibi gündelik basit dertler yoktur.

Önceden zamanınızın büyük bir bölümünü çalan televizyon ve internet hayatınızdan neredeyse çıkar. Böylece beyninizi gereksiz, yalan dolan, size sürekli olarak sıkıntı ve vesvese veren bilgi kirliliği ile doldurup zamanınızı boşa harcamaz, moral bozukluğu yaşamazsınız. Ya bolca kitap okursunuz ya da gidip tertipleriniz ile sohbet eder, sosyalleşirsiniz.

Her sabah aynı saatte kalkıp, aynı insanlarla kah­valtı edip, aynı kıyafetleri giyip göreve gitmek, görevde ne yapacağını, kim olduğunu, ne olduğunu bilmek, aklına ve nefsine hakim, disiplinli bir insan olarak yaşamak size derin bir huzur verir.

Yemek saatleri dışında kışlada yiyecek bulmak kısıtlı olduğundan eğer marketler kapanmadan önce bir şeyler almamışsanız aç kalırsınız. O yüzden karnınızı doyurmak için bulduğunuz her şey aslında bir nimettir. Banyo saatleriniz kısıtlı olup, çok az yapabildiğiniz için banyo yapabilmek sizin için bir nimettir. Sivil hayatta bolca sahip olup da kıymetini bilemediğiniz her şey burada bir nimettir… Zamanla sahip olduğunuz her şeyin değerini anlar ve onları size bahşettiği için Allah’a şükretmeye başlarsınız.

Tertiplerinizle birlikte aynı koğuşta kaldığınız için asla yalnızlıktan sıkılmaz ve korkmazsınız. Size bir şey olsa, onların sizden bir çıkar beklemeden size yardımcı olacağını, ilgileneceğini, bakacağını bilirsiniz. Tertipleriniz size belki de sizin kendi öz ailenizin yanında bile bulamadığınız güven ve dostluk hissiyatını verirler. Onlar artık sizin aileniz olurlar. Böylelikle kendinizi bir yere ait olmanın verdiği huzur ve güven içerisinde kafanızı yastığa koyarken bulursunuz.

Bir asker olarak savaşmak üzere yetiştirildiğiniz, savaş çıksa tertipleriniz ile birlikte koşa koşa ölüme gideceğiniz, askerdeyken sahip olduğunuz ve kaybedeceğiniz tek varlık da kendiniz olduğunuz için, artık ölümden de korkmamaya başlarsınız. Zamanla kendinizi Allah’a teslim edip, başınıza ne geleceği bilinmez yarınlara doğru Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmadan yatıp kalkmaya başlarken bulursunuz. Bu teslimiyet, bu zihinsel ve ruhani rahatlık, güven ve iç huzur, sizin tüm dünyevi ve nefsani bağlarınızdan, toplumsal baskılardan, sıkıntılardan ve tabulardan sıyrılmanızı ve iç dünyanızda kendinizi ve Allah’ı bulmanızı sağlar. Herkesin sağlar mı bilmiyorum ama itiraf etmeliyim ki benim bulmamı ve taç çakraya ulaşıp manevi bir taca sahip olmamı sağlamıştı… O yüzden askerlik ocağının benim hayatımda ve gönlümde çok özel bir yeri vardır ve bana göre bu yüzden peygamber ocağı denmiştir…

Böylesine bir aydınlanmaya ve maneviyata tanıklık ettiğim askerlik kurumu,   ne yazık ki günümüzde iç ve dış düşmanlarımız tarafından kötü ve güvenilmez bir yer olduğu empoze edilmeye çalışılıyor. Oysa ki, neredeyse Mevlevilik sistemiyle paralel bir sistem ile çalışan ve halk arasında da “Peygamber Ocağı” olarak bilinen Türk Silahlı Kuvvetleri, bana göre pek çok insanın ham iken piştiği ve kendini bulduğu devletin kutsal bir dergahıdır…

Askerlikte yaşadığım tarifi mümkün olmayan o ilahi tecelliden sonra, orada bulduğum o iç barış ve huzuru, yıllarca sivil hayatta da bulmaya çalıştım. Bu aynı zamanda O’nu bulmuş olmanın verdiği aşk ve mutluluk ile, her daim O’na şükredip, O’na tam bir teslimiyet halinde yaşayabilece­ğim, düzenli, disiplinli, herkesin ortak bir amaç için birlik ve beraberlik içerisinde, yeteneklerine göre en uygun pozisyonlarda çalıştıkları ve yaşadıkları bir ortam arayışıydı. Arayışlarım beni sürekli hayal kırıklığına uğratıyor, adeta tiksindirici sistemin bir uyurgezeri olmam isteniyordu.

Askerde yaşadıklarımı kavrayabilmek için Allah’ı bulabilece­ğimi düşündüğüm bazı grupların sohbetlerine katıldım. Ancak, Allah rızası için elimden tutup, beni O’na daha yakınlaştıracak ve ulaştıracak bir usta arayışım tam manasıyla hüsranla sonuçlandı. Allah ayetlerde “sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun, onlar hidayete erdirilmiş kimselerdir” dediği halde ne yazık ki her şeyin maddiyata dönüşmüş olduğunu gördüm. Ona yardım, şuna yardım, buna yardım, dergi al, aidat öde, yemek parası ver, paranız var mı yok mu, size hiç sormadan sizden para istendiğini, ailenizden aldığınız üç kuruş harçlığınıza bile göz konduğunu gördüm… Buna devletten trilyonlarca lira para alan siyasi partilerin gençlik kolları da dahil…

Doğrusunu söylemek gerekirse Allah Kuran’da “dost ve vekil olarak Allah size yetmez mi?” dediği halde kendimi bu konuda yapayalnız hissetmiştim. Tek başına kalmışlık hissi dayanılmaz boyutlara ulaştığında Yaradan’ıma dönüşüm ve Ona olan yalvarışlarım elbette gecikmedi:

“Rabbim. Bana katından öyle bir eş nasip eyle ki, hayırlı olsun, senin katından, senin ruhundan, en önemlisi senden olsun. O gözler sana açılan pencereler olsun. Eğer sana ulaşacak­sam, Sana ulaşmış olmanın verdiği mutluluk ve Senin gözlerinin hayaliyle, Sen beni affedene kadar cehenneminde yanmaya razıyım Rabbim!.. Benim onu, Senin beni sevdiğin gibi se­veceğim, onun da beni, benim Seni sevdiğim gibi sevecek bir kul nasip eyle. Bana peygamberlere verdiğin ilim, irfan ve imandan ver, ilmimi arttır Allah’ım!”

İki yıl boyunca O’na olan yakarışlarım ve O’nu arayışlarım devam ederken, hayatıma hiç kimseyi sokmayıp, sadece du­alarımda zikrettiğim o insanın bana gelmesini bekledim. Ta ki bir gece yarısı tesadüfen aldığım bir mesaja kadar. Acaba sonunda dualarımın kabul olduğu bir anda mıydım? Arayışın son kapısı artık aralanıyor muydu?

Altı ay boyunca gerçekleştirdiğimiz görüşmeler, buluş­malar, sıcak sohbetler bizi sevgili olmaya hazırlamıştı… Anımı yaşamak adına her şeyi akışına bırakmıştım. Duygusal anlamda giderek daha çok haz duyduğum bir sürece doğru ilerliyordum.

İlişkimizde öylesine enteresan tecelliler yaşadım ki; mevcut hatalarımı düzeltmeye ve kendimi yine Allah’a çok yakın hissetmeye başladım. Onu yaşadıkça, onunla oldukça, artık bu sevgilinin hakikaten de Allah’ın yeryüzüne inmiş bir hali ya da meleği olduğunu düşünmeye başlamıştım. Ancak bu yanılgının, tarifi mümkün olmayan çok ağır bir bedeli olacağını nereden bilebilirdim?

Zaman içinde sevdiğim kadının Allah’a olan aşkımı kıs­kanması ve “Neden Allah’a bu kadar âşıksın, biraz da bana âşık olsana!” gibi sözleri beni hem şaşırtıyor, hem yaralıyor hem de içinden çıkılamayacak ironilere sürüklüyordu. Baş­langıçta ona bunu yapamayacağımı, Allah ile arama kimseyi sokmayacağımı ifade etmeye çalıştıysam da, onu ikna ede­meyeceğimi anladım. İyisiyle kötüsüyle, hayrıyla, şerriyle, sevgilimin yine de bana Allah’ın katından bir hediye olarak verildiğini düşünüp, onu kaybetmenin bana daha çok azap vereceği hissiyatı ve yanılgısıyla; “Rabbim beni affet, seninle onu yer değiştirmek ve artık kaybetmeyi göze alamadığım bu kadınla yoluma devam etmek istiyorum. Anladım ki, yalnızlık sadece sana mahsus. Lütfen beni affet!” diyerek, tüm ilgimi, sevgimi hatta benliğimi, âşık olduğum bu kadına yani bir beşere yönelttim. Onu Allah’ı severcesine sevdim. Ancak içerisinde bulunduğum durum aslında Kuran’ı Kerim’in Bakara 165-166’ıncı ayetlerindeki gibiydi:

“İnsanlar arasında, Allah’ı bırakıp O’na koştukları eşleri tanrı olarak benimseyenler ve onları Allah’ı sever­cesine sevenler vardır. İnananların ise Allah sevgisi daha güçlüdür. Zalimler azabı gördükleri zaman bütün güç ve kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının şiddetli olduğunu bir bilselerdi. O zaman kendisine uyulanlar, azabı görünce uyanlardan uzaklaşacaklar ve aralarındaki bağ kopacaktır.” 

Nisa Suresi’nin 117’inci ayeti; gözlerimin nasıl perde­lendiğini ve nasıl bir tuzağın içine düştüğümü bana apaçık anlatıyordu ama ben yine de bu tuzağa düşmüştüm…:

“Onlar, Allah’ı bırakıp ancak dişilere tapıyorlar. Hal­buki azgın/inatçı bir şeytana tapmaktadırlar.”

Sonra ne mi oldu? O artık, kalbime türlü türlü vesveseler veren, her hareketinden şüphe duyduğum, yalanlarını yaka­ladığım, alkole ve uyuşturucuya düşkünlüğü olan, bana karşı devamlı negatif davranışlar sergileyen garip bir mahlûkata dönüştü.

Her ne kadar bu durumundan dolayı hoşnutsuzluğumu ken­disine belirtsem de, onu çok sevdiğim için bütün bu yaptıklarını görmezden geldim. İnişli-çıkışlı bir sürecin nihayetinde ise evlenmeye karar verdik.

Kendisi benden oldukça uzakta bir sahil kasabasında yaşıyordu. Üniversite eğitimini tamamlayana kadar orada yaşamaya karar verdik. O bölgede geçimimizi nasıl sağlayacağımızı düşünürken, kendisinden oradaki bir takım arkadaşları ile ortaklaşa iş kurabileceğimiz teklifi geldi. Arkadaşlarının hal, tutum ve karakterleri hiç hoşuma gitmese de, onun hatırına ortaklığı kabul ettim.

Ankara’da yaşayıp, aile işimle ilgilendi­ğimden, sürekli olarak orada bulunabilmem ve bu yeni işte yetkili olabilmem pek mümkün görünmüyordu. Bu nedenle de işi sevdiğim insanın üzerine kurdum. O, ne de olsa evleneceğime inandığım insandı. Birçok hatası olsa da, hiçbir şey ona olan sevgimi değiştirmiyordu. Sevgim her şeye perde çekmişti.

Kısa bir süre sonra, ben Ankara’da iken beni arayarak, kurduğum işin kendisine ait olduğunu ve ben oraya yerleştikten sonra da benim ancak onun maaşlı elemanı olacağımı şart koşmaya başladı. Başlarda buna çok sert itiraz ettiysem de sonrasında onu kaybetmemek için bu şartını kabul ettim. Ben onun isteklerini kabul ettikçe o hep daha fazlasını istedi. Ne yaptıysam ona yaranamadığımı fark ediyor, onun bana daha kötü davranmasının önüne ge­çemiyordum.

Bu gibi sıkıntılar yetmiyormuş gibi, kurduğumuz şirkette bize ortak olan ve orada yönetici konumunda bulunan, yaşı bizden büyük olduğu halde kız arkadaşımın çok yakın arkadaşı olan kadından bir telefon geldi.

Telefondaki ses sevgilimi kastederek, “Bu kız seni aldatıyor, onunla bununla düşüp kalkıyor, bence bir an önce buraya gelmelisin” diyordu…

Ufak tefek birkaç detayla birlikte konuşmanın sonunda anlattıklarından sevgilime bahsetmemem konusunda söz aldı. Telefonu kapatır kapatmaz hiç düşünmeden yola koyuldum. 7-8 saatlik yolda nasıl olsa düşünmek için bol bol vaktim olacaktı. Kız arkadaşım sabah beni otobüs terminalinde karşılayacağını söylemişti ama karşılamaya bile gelmedi. Uyudu herhalde diye düşünüp evin yolunu tuttum. Kapıyı çaldım, kimse açmadı. İçeriden bir sürü koşuşturma ve gülüşme sesleri geliyordu. Defalarca kapıyı çaldıktan sonra nihayetinde kapıyı açtılar.

Sevgilimle karşılaştığımda gördüğüm manzara, sonrası için havadis verir gibiydi.

Araf 187: “Sana kıyametin ne zaman kopa­cağını soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onu vaktinde ancak O (Allah) ortaya çıkaracaktır. O göklere de, yere de ağır basmıştır. O, size ancak ansızın gelecektir.”

Sevgilimin beni beni öp­meyişi, sarılmayışı, soğuk tavırları, uzak duruşu ve acı içinde kıvrandırdığı her anı… O kadar konuştuktan sonra bana “Ayrılıyoruz” demesi… Bunu kabullenememekle birlikte, bu acı gerçeği yaşayacak olmamın verdiği his beni an be an öldürüyordu.

Evden ayrıldıktan birkaç saat sonra o yönetici kadından aldığım ikinci bir telefonla hayat, “Cehennem azabı çeken bir insana acımasızca ve bitmek tükenmek bilmeyen bir işkenceyle daha ne kadar acı çektirebilirim?” sorusunu sorar gibiydi. Te­lefondaki ses sevgilimin o anda beni aldattığı adamla birlikte olduğunu söylüyordu. Sanki kaynar sular tekrar tekrar başımdan aşağıya dökülüyordu…

Bir insanın gururu, onuru ve şerefi hayatında sahip olduğu yegâne unsurlardır. Ancak aşk ancak hiçbir engel tanımıyorsa gerçek aşk olabilirdi. Ona duyduğum aşk tüm bunlardan öteydi. Her şeye rağmen bir umut ışığı yanmasını diledim. Bu cehennemin öbeğindeki adamın dileği gerçekleşebilir miydi?

Ne yapıp ne edip akşam onu buluşmaya ve konuşmaya ikna ettim. Buluştuğumuzda yeniden çok dil döktüm. Kiminle ne yaşadığının umurumda bile olmadığını, sadece onunla birlikte olmak istediğimi, bütün şartlarını kabul ettiğimi söylemem onu hiç­bir şekilde bana geri getirmedi.

Gözyaşları içinde dönüş yoluna hazırlanırken, şirkette yönetici olan kadından bir telefon daha geldi. Ne yaptığımızı, barışıp barışmadığı­mızın raporunu alma gayreti içindeydi. Yola çıkmadan önce beni, bilmediğim birçok şeyi detaylı konuşmak üzere evine davet etti. Olayları muhakeme eder, belki bir çözüm sağlayabiliriz düşüncesiyle davetini kabul ettim. En ufak bir umut ışığını geri tepecek durumda değildim. Neticede, kadın sevgilisi ile birlikte gelip beni alıp bilmediğim bir eve götürdü.

Eve girdiğim anda içimi çok kötü bir his kapladı. Göğ­sümde anlamlandıramadığım bir daralma ve tarifi mümkün olmayan bir rahatsızlık hissettim. Evde yaşlıca bir adam ve bir kız daha vardı. İçki içiyorlardı, bana da teklif ettiler. Ben de kabul ettin ve verdikleri birayı içmeye başladım. Evlenmek istediğim insanla ilgili anlatılan hikâyeler dipsiz kuyu gibiydi. Ne başı vardı, ne sonu. Bir kadına söylenebilecek en alçaltıcı sözler sarf edildi. Ortam bir cadı kazanı gibiydi.

Ne yazık ki alkolün etkisiyle ben de onların küfür, gıybet ve dedikodularına dahil olup haykırmaya, içimdeki kini, hırsı ve intikam duygularını kusmaya başladım.. Derken o yaşlıca adam yavaşça parmağıyla masada duran bıçağı işaret ederek; “Ben senin yerinde olsam şu bıçağı alır, gider onu öldürür­düm. Şuna bak, sen o kadar seviyorsun, işini gücünü hayatını bir kenara bırakıp, ona güvenip ona iş kuruyorsun, üstüne üstlük onun üzerine yapıyorsun, o ise seni kullanmakla kal­mıyor, senin duygularını, sevgini hiçe sayarak başkalarıyla düşüp kalkıyor” diyerek bir de küfür salladı. Zaten kız arkadaşım için bu küfür evdeki herkes tarafından o kadar çok dillendirilmişti ki, aldığım alkolün de etkisiyle artık yapabileceklerimin en son raddesindeydim. Her an her şey olabilir, onu öldürmeye bile kalkışabilirdim.

Fakat yine de aklıselim davranmayı başardım. Sevgilimle bu anlatılanları ve yaşadıklarımızı konuşmak, onu da dinlemek istiyordum. Çünkü kimseye güvenemezdim.

Derken saat çok geç oldu ve yatmaya karar verdik. Yönetici kadının sevgilisi ile aynı odada kalacaktık. Çocukla konular üzerinde biraz daha konuştuktan sonra uyumaya karar verdik. Ben fırsat bu fırsat deyip, sevgilime mesaj attım. Mesajlaşırken onunla bu olanları muhakeme etme fırsatı yakaladığım­da, kendisinin her şeyi anladığını, ona da benim ile ilgili onu benden soğutacak birçok şey söylediklerini, o yüzden ertesi gün de ofiste, kim doğru söylüyor söylemiyor anlamak için, hepimizle yüz yüze görüşmek istediğini söyledi.

Mesajlaşmamız bittikten sonra birden odanın içerisinde garip bir ses duydum. Sanki birisi borazana üfürüyor, bir şeyler kaynıyor ya da yanıyor gibiydi. Erhan’ı uyandırıp: “Erhan bu sesi duyuyor musun?” dedim, “Ne sesi?” dedi. “Resmen birisi bir şeye üfürüyor, bir şey yanıyor, ateş sesi gibi, bir yerden kaynayan ateş sesi gibi bir şey geliyor duymuyor musun?” dedim, o da “Yat abi, duymuyorum öyle bir şey” dedi.

Ama ben bu sesin ne olduğunu anladım. Bu cehennem ateşinin sesiydi. Yarın kıyamet kopacaktı. Allah’a tapar gibi sevdiğim, kendisini öylesine üstün gördüğüm kızın önünde sorguya çekilecektim. Herkesin yapıp ettiği ortaya çıkacaktı.

Furkan 12’de: “Bu ateş onları uzak bir mesafeden görünce onun müthiş kaynamasını ve uğultusunu işitirler.”

Sabaha kadar hiç uyuyamadım ve bildiğim bütün duaları okudum. Artık kime ve neye inanacağını bilmeyen ve elinde sadece aşkını tutan bir masum olarak ertesi gün yüzleşmek üzere, sabah yönetici kadın ve sevgilisiyle birlikte, onların kullandığı araba ile ofise gittik.

Kaf 21: “Herkes beraberinde bir sevk edici, bir de şahitlik edici (melek) ile gelir.”

O anlar sanki benim mahşerimdi. Sevgilim de oradaydı ve ağlıyordu. Bize “Evet anlatın bakalım.” dedi. Baktım kimse bir şey söylemiyor, Meltem’le Erhan’da “ Anlatacak bir şey yok” diyor, ben de “Nasıl anlatacak bir şey yok. Dün gece siz böyle böyle söylemediniz mi, bu kız böyle şöyle, onunla bununla yatıp kalkıyor demediniz mi?” dedim. “Biz öyle bir şey demedik” dediler. “Her şeyi sen bu kızı kaybetmemek için kendin uyduruyorsun” dediler. Kaynar sular başımdan aşağıya döküldü. Dost zannettiklerim meğerse şeytan çıktı ve benden uzaklaştılar. Yaşadıklarım tıpkı şu ayetlerdeki gibiydi:

Kaf 22-28: “(Ona) “Andolsun ki sen bugünün geleceğinden habersiz idin. Şimdi gaflet perdeni açtık; artık bugün gözün kes­kindir” (denir.)” Beraberindeki (melek) şöyle der: “İşte bu yanımdaki hazır.” Allah şöyle der: “Atın cehenneme, (hakka karşı) inatçı, hayrı hep engelleyen, haddi aşan şüpheci her kâfiri!” Allah ile beraber, başka bir ilah edinen o kimseyi atın şiddetli azabın içine!” Arkadaşı (olan şeytan) der ki: “Ey Rabbimiz! Onu ben azdırmadım, fakat kendisi derin bir sapıklık içinde idi.” Allah şöyle der: “Benim huzu­rumda çekişmeyin. Çünkü ben bu (konudaki) uyarıyı size önceden yaptım.”

Derken Meltem bana kızıp odadan çıktı ve Erhan’la baş başa kaldık. Erhan’la baya bir sıkı, böyle yumruklusundan bir kavgaya tutuştuk. Ben dövüşü kazanıp Erhan’ı tam ofisten atacakken, arkamdan “Cüneyt bir defol git buradan!” diye bir ses duydum. Arkamı bir döndüm, hayattaki her şeyden çok sevdiğim kadın yerde ağlıyordu. Ben onun ve bizim aşkımız için savaştığımı, bizi rahat bırakmaları için şeytanla savaştığımı düşünürken, sanki kendisi de düşmanla işbirliği yapmış gibi beni oradan kovuyordu. O anda kanatlarımın kırıldığını hissettim. Erhan’da bana bakıp, sanki büyük bir zafer elde etmiş gibi pis pis sırıtarak bana  “Haydi şimdi defol git buradan!” dedi ve kapıyı gösterdi. Bende başım önüme eğik bir şekilde çıkıp gittim.

Sanki zebaniler beni yaka paça cehenneme sürüklüyorlar gibiydi. Doğrusunu söylemek gerekirse hatalarım boldu. Hem dost zannettiğim iblislere uymuştum, hem de kız arkadaşımı Allah’a ortak koşmuştum.

Tüm bu yaşananlara rağmen yine de Meltem’lere iş ve para yüzünden kıza zarar vermemelerini, her şeyi onun için helal ettiğimi söyledim. Onlarda bana beni çok şaşırtacak bir cevap verdiler. Dediler ki: “Biz sana yardımcı olmak istedik, fakat senin kalbinin hastalıklı olduğunu gördük. Sen git kendini düzelt. Bundan sonra bu kızla olan ilişkin artık bitmiştir. Bunu böyle bil, o da çok üzülecek ama bu iş böyle!” dediler…

Bakara 166: “Kendilerine uyulanlar o gün aza­bı görünce, kendilerine uyanlardan uzaklaşa­caklar, aralarındaki bütün bağlar kopacaktır.”

Çok uğraştım ama bir daha asla sevgilimle birlikte olamadım.

Sesini duyabilmek için türlü değişik numaralardan aradım. Telefonlarımı açmadığı için yaşadığı şehre gidip oraların ankesörlü telefonlarından bile aradım ama kendisine hiçbir şekilde ulaşamadım. Görmek istedim, Muğla’ya gittim ama göremedim. Sadece Facebook’ta arkadaş listeme ekli olan arkadaşlarının onunla ilgili paylaşımlarından ve onlara facebook üzerinden sorduğum sorulara verdikleri kısa cevaplardan haberini alabiliyordum. Bana ondan bir haber getirene hediyeler gönderiyordum. Bir süre daha onu geri kazanmak için umutsuz mücadelelerde bulundum. Ancak olmadı işte bir türlü. Hepsi sonuçsuz kal­dı. Çok kuvvetli bir güç sanki bizim birlikte olmamızı istemiyor gibiydi. Tüm kapılar suratıma kapatılıyordu.

Sonra kendi kendime dedim ki: Nur 12-13: “Bu iftirayı işittiğiniz zaman, iman eden erkek ve kadınlar, kendi (din kardeş)leri hakkında iyi zan besleyip de, “Bu apaçık bir iftiradır” deselerdi ya! Onlar (iftiracılar) bu iddialarına dair dört şahit getirselerdi ya! Madem ki şahit getirmediler; işte onlar Allah yanında yalancıların ta kendileridir.” Nur 16: “Bu iftirayı işittiğiniz vakit, “Böyle sözleri ağzımıza almamız bize yaraşmaz. Seni eksikliklerden uzak tutarız Allah’ım! Bu çok büyük bir iftiradır” deseydiniz ya!” ayetlerindeki gibi davransaydım da bunlar başıma gelmeseydi. Ama olmadı işte…

Böylece; benim için hatalarımı bizzat kendi gözlerimle yaşayarak göreceğim, cehennem ateşi azabı diye tabir edebileceğim karanlık tuhaf bir dönem başladı. Kurtulmak için çok çabalasam da, arayışlarım hep sonuçsuz kaldı. Başaramadım. Bitiş, son radde ya da yok oluş noktasını çoktan geçmiştim. Bir ateşin içine düşersiniz de bir türlü ölmezsiniz ama yanmaya da devam edersiniz… İşte kendimi cehen­nemin tam öbeğine düşmüş bir halde buldum…

Furkan 13: “Elleri boyunlarına bağlanmış, çatılmış olarak cehennemin daracık bir yeri­ne atıldıkları zaman orada, yok olup gitmeyi isterler.”

* * *****

Ce­hennemde yaşadıklarımın kaydını izleyip yanarken, kime ne yaptıysam aynısı bana yaşatılarak cezamı öderken, yaptığım her şeyi karşımda bulurken, Allah’ın beni affetmesi ve bu ateşten kurtarması için tövbe edip, Allah’a ve Kur’an’a daha çok sarılmam gerektiğini idrak ettim. Kur’an’ı okudukça, onun aynı zamanda kendi amel defterimin de bir yansıması oldu­ğunu anladım:

İsrâ 14: “Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter, denilecektir.” 

Kehf 49: “Kitap ortaya konur. Suçluları, kitabın içindekilerden korkuya kapılmış görürsün. “Eyvah bize! Bu nasıl bir kitaptır ki küçük, büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş!” derler. Onlar, bütün yaptıklarını karşılarında bulurlar.” 

Enbiya 10: “Andolsun, size öyle bir kitap in­dirdik ki, sizin bütün şeref ve şanınız ondadır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”

Bir insanın hayatı boyunca yaşayıp görebileceği, iyi kötü yapıp edebileceği her şeyin, kısacası tüm bir insan hayatının hiçbir eksiklik bırakılmadan Kur’ân’da yazdığına, Kuran’daki ayetlerin gerçek olduğuna ve peygamberlerin gerçeği getir­diğine artık hak olarak ben de şahit oldum.

Yaşadıklarımın kefaretini, sonraki yıllar boyunca gözyaşı ve acıyla ödedim. Sanki üzerime ateşten bir gömlek giydi­rilmiş gibi, tövbeyi dilimden düşürmeyerek, yeryüzünde avare avare dolaşarak Allah’ı aramaya devam ettim. Sistem ve enstrümanları beni kendisine benzetmek için çabala­maktan, karanlığa ve cehennemin dibine sürüklemekten hiç vazgeçmedi. Kalbimden Allah’a olan imanı yok etmek için ellerinden geleni yaptı. Cehennemden çıkmaya çalıştıkça, kokuşmuş sistem karşıma hep bir engel koydu.

Hac 31: “Allah’a Yönelen, Ona Ortak Koş­mayan Kimseler (Olun). Kim Allah’a Ortak Koşarsa, Sanki Gökten Düşmüş De Kendisini Kuşlar Kapışıyor Veya Rüzgar Onu Uzak Bir Yere Sürüklüyor Gibidir” 

Dünya hayatıyla dört yıllık ama bana göre milyarlarca yıllık bir zaman diliminde, ışık hızında giden bir gemide, ateşten bir astronot elbisesi ile uzayda ilerlermişçesine gerçekleşen bu kişisel arınma ve aydınlanma sürecinde, ruhumda ve beynimde, İblis ile çok zor bir savaş verdim ama daha sonrasında anladım ki aslında savaşım kendimleydi. Kendi nefsimleydi. Bu benim hayatımın kutsal savaşıydı.

Daha fazla derinine inmeyeceğim ama tüm bu yaşadık­larımdan sonra, Dante’nin İlahi Komedyası’nın hayatımda bir realiteye dönüştüğünü söyleyebilirim. Kime ne ettiysem; ölçüde hiçbir adaletsizlik yapılmadan sevabından günahına kadar karşılığını bulduğumu, yaşadığım her şeyin bana bir film şeridi gibi izlettirildiğini ve tattırıldığını söyleyebilirim.

Yaşadıklarımla artık kendi kendimin şahidiydim. Kendimle ilgili her şeyi görüyor, biliyor ve duyuyordum.

Kıyamet 13-14: “O gün insana önce ve sonra ne yaptığı bildirilir. Artık insan kendi kendini görebilen bir şahittir.” 

Bakara 167: “Böylece Allah onlara, bütün yaptıkları üzerlerine çökmüş pişmanlıklar ve üzüntüler halinde gösterecektir ve onlar o ateşten çıkacak değillerdir.” 

Bakara 284: “Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. İçinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi, onunla sorguya çeker de dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” 

Zilzâl 7-8: “Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onun mükafatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.” 

Allah’ıma çok şükür; bu ağır imtihanlı süreçte, hem bede­nen hem de ruhen çok yorgun ve yaşlı hissetmekle birlikte, o karanlık dipsiz kuyudan yepyeni bir insan olarak, sanki Yüzüklerin Efendisi’indeki İblis Balrog’la savaşıp, ölüp, dirilen bir Ak Gandalf gibi yeniden yeryüzüne geri dönmeyi başardım.

Âl-i İmrân 186: “Andolsun, mallarınız ve can­larınız konusunda imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan üzücü birçok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’a karşı gel­mekten sakınırsanız bilin ki, bunlar (yapmaya değer) azmi gerektiren işlerdendir.”

Yaşanılan bu gerçeklerden sonra hiç kimseyi Allah’a ortak koşmamak, hiçbir şeyi O’nu severcesine sevmemek, hiçbir şeye O’na kulluk edercesine bağlanmamak, hiç kimseden O’ndan yardım ve şefaat dilenircesine yardım dilememek ve ne bu dünyada ne de ahrette O’ndan başka hiçbir veli edinme­mek gerektiğinin idrakine vardım. O’nun dışında yeryüzünde hiç kimsenin sesimi işitemediğini, yardım edemediğini ve acımı dindiremediğini gördüm.

Hiçbir günahın azabı O’na ortak koşulması kadar ağır değil. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın üzerine yeminler olsun ki, Allah’tan başka hiçbir şefaat edici, yol gösterici ve dost yok…

Hani bazen tüm bunları yaşarken; “Allah ile konuştuğumu, O’ndan bir takım işaretler aldığımı sanarken, acaba kendi kendine düşünüp konuşan, kendi kendine zulm edip son­ra da kendi kendini kurtardığını zanneden, kendi hayal dünyasında yaşayıp, gaipten bir takım işaretler aldığını zanneden bir delinin teki miyim?” diye de sormadım değil… Ancak Allah’a, indirdiği Kur’an’a ve bana gösterdiklerine şükürler olsun ki, buna benzer ağır imtihanlar ve sonuçlarını yaşayanların bir tek ben olmadığımı fark ettim. Kuran’da Adem as’ın da Havva yüzünden yasak meyveyi yediğini, İblis’e uyduğunu, cennetten kovulduğunu, daha sonra tövbe ettiğini ve rabbinden bir takım işaretler alarak doğru yola kavuştuğunu okudum… Ayrıca Mevlana’nın da Şems’den ayrılınca aynı şeyleri yaşadığını ve anlattığını gördüm… Sanki rabbim bana yaşattığı bu aşk ve ayrılık acısı ile bana bir ilim vermişti de artık okuduğum, izlediğim ve dinlediğim her şeyi anlayabiliyordum…

Enam 122: “Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar arasında yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, hiç karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir?”

Yusuf 22: “Erginlik çağına erişince, kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte biz, iyilik yapanları böyle ödüllendiririz.”

Mücadele 22: “Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.”

Dolayısı ile diyeceğim, günahımı işleten ve sonrasında da bana takvamı ilham eden, dualarımı ve tövbelerimi kabul edip, imanımı, sabrımı, ilmimi ve kalbimi bu zorlu test ile daha da kuvvetlen­diren, kalbimdeki hastalıklardan, vesveselerden arındıran, beni kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayan hanif bir kul olarak geri döndüren ve bana kendisine yeniden kulluk etme hakkını veren Rabbime sonsuz kere hamd ve şükürler olsun.

Bir gün O’na kavuşacağımın hayali ve azmi olduğu için, bana Enbiya 69: “Ey ateş, İbrahim’e karşı soğuk ve esenlik ol.” gibi gelen, ama bir daha asla yaşamak istemediğim bu aşk ateşi ile yanarken tecrübelerimden anladım ki, Allah bizi çok ama çok seviyor. Nasıl insanlar olursak olalım, nasıl günahlar işlersek işleyelim yine de bize hiçbir zaman kapısını kapatmıyor; “Gel ya kulum! Bana gel! Seni her şeye rağmen seviyorum. Gel! Yüzünü, kalbini bana döndür. Salih kullarımın arasına katıl, cennetime gir!..” diyor.

Daha önce her ne kadar O’na gereği gibi kulluk ettiğimi düşünsem de, aslında kulluk ederken O’na gereken sevgiyi, saygıyı, imanı ve takvayı tam olarak yerine getiremediğimi fark ettim. Kur’an’ı Kerim’i defalarca okuduğum halde on­dan hiçbir ders alamamıştım. Allah, bana ayna olan o kız ve yaşattığı bu aşk acısı ile bunların hepsini idrak etmemi nasip eyledi. Anladım ki, aslında ben aynada kendime bakıp aşık olmuştum. Kendimi yüceltip, kendime tapmıştım.

Aynı zamanda her gördüğümde kendisinden kaçtığım, beğenmediğim, kızdığım ve düzeltmeye çalıştığım o azgın şeytanın da ben olduğumu anladım. Karşıma çıkan bütün insanlarda, izlediğim bütün filmlerde, dinlediğim bütün şarkılarda, okuduğum tüm kitaplarda, yüzümü nereye dönersem döneyim kendimi gördüm, kendimle yüzleştim. Sanki herkes, her şey, tüm kainat ya benim için yaratılmıştı ya da ben sanki herkestim, her şeydim ve her yerdeydim.. Ben herkestim, herkeste ben…

Nahl 120: “Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlı başına bir ümmet idi; bir hanîf olarak Allah’ın önünde eğiliyordu, müşriklerden değildi.”

Bakara 115: “Ve doğu da Allah’ındır batı da. Artık hangi tarafa dönerseniz dönün, Allah’ın Vechi (Zat’ı) işte oradadır. Muhakkak ki Allah Vâsi’dir (rahmeti ve lutfu geniştir, herşeyi ilmi ile kuşatandır).”

O yüzden de diyeceğim şu ki, gerçek sevgilim olan Allah’ı bulma­ma vesile oldukları için bana dünya üzerindeki cehennemi tattıran o zavallı kıza ve etrafındakilere, insan, cin, şeytan, melek ya da bilemediğim başka bir mahluk olarak karşıma çıkıp, yıkılmış olan gönül duvarlarımı yeniden inşa etmemi ve gizli hazi­nemi bulmamı sağlayan herkese ve her şeye müteşekkirim…

İşte böyle… Ben O’ndan hayırlı bir eş istemişken, O bana, şer olduğunu düşündüğüm bir sevgili nasip eyledi. Ama o şer gerçekten de hayra dönüştü. Dualarım kabul oldu. Bu aşkın peşinde tuzaklarla dolu bir alemde bir yılan gibi sürünürken, kuş gibi öz­gürleşerek sonsuzluğa uçtum. Derken birisi gelip kanatlarımı söktü ve sarararak dalından kopmuş bir yaprak gibi yere düştüm. Rüzgârda kökünden kopmuş sağa sola uçuşan bir saman çöpü iken, ilim denizinde yüzen bir balığa dönüştüm. O yüzden diyeceğim şudur ki: insan bütün bu ve benzeri gelişmeleri yaşayabilmek ve kendisini değiştirebilmek için mutlaka aşık olmalı. Bu aşk ile ölüp ölüp dirilmeli. Aşkın ateşinde yanıp, küllerinden yeniden doğup, gönlünü eğitmeli. Başkasını an­layabilecek olgunluğa erişmeli. Zaten, kim kendisinin başkalarına yaptığı kötülükleri, başkaları da ona yapmadan, aynı acıyı ona tattırmadan, kendisinin de aslında yanlış yolda olan birisi olduğunu kavrayabilir ve hatalarından ders alıp kendisini düzeltebilir ki?

Mürselat 1-7: “Ard arda gönderilenlere, kasır­ga gibi esenlere, hakkıyla yayanlara, hakkıyla ayıranlara, özür ya da uyarı olmak üzere öğüt bırakanlara andolsun ki, uyarıldığınız (Kıya­met) mutlaka gerçekleşecektir.”

Kıyâme 2: “(Kusurlarından dolayı kendini) kınayan nefse de yemin ederim (ki diriltilip hesaba çekileceksiniz).”

Neml 93: “De ki: Hamd Allah’a mahsustur. O âyetlerini size gösterecek ve siz de onları tanı­yacaksınız.”

Meryem 71-72: “(Ey insanlar!) Sizden cehen­neme varmayacak hiç kimse yoktur. Rabbin için bu, kesin olarak hükme bağlanmış bir iştir. Sonra Allah’dan korkup, sakınanları kur­taracağız ve zalimleri de toptan cehennemde bırakacağız.”

Ahzâb 62: “Daha önce gelip geçenler hakkında da Allah’ın kanunu böyledir. Allah’ın kanu­nunda asla değişme bulamazsın.”

Mü’min 44: “Size söylediklerimi hatırlaya­caksınız. Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görendir.”

Zannedersem bu benim ikinci dirilişimdi…

Mümin 11: “Dediler ki: “Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün ve iki kere dirilttin; biz de günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi (bu ateşten) çıkış için bir yol var mı?””

* * *

Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd ve şükürler olsun ki, O bana baktı, beni yedirdi, içirdi, giydirdi, yetim iken barındırdı, büyüttü, okumayı, yazmayı, çatal-kaşık kullanmayı, bisiklete binmeyi, araba kullanmayı, kısaca her şeyi bana O öğretti. Bedenen ve ruhen hastalandığımda bana şifa verip, beni iyileştirdi. Bütün bu zaman içerisinde O’nunla çok kavgalar ettim, isyanlar edip O’nu üzdüm, O’nunla beraber ağladım, uyudum, üşüdüm, sevindim, sevdim, eğlendim, oyunlar oynadım, düşündüm, gezdim, büyüdüm, öğrendim. O’nu kandırdığımı ve O’ndan bir şeyler saklayabildiğimi düşün­düğüm zamanlar da oldu. Nihayetinde O’ndan hiçbir şeyin saklanamayacağını idrak ettim. O bana hem Allah, hem ana, hem baba, hem kardeş, hem sevgili, hem dost, hem de yeri geldiğinde düşman oldu.

O’nu çok sevdiğimi düşündüğüm daha pişmediğim o yıllarda, maalesef yarattığı bir kuluna aşık olup, O’na ortak koşarcasına sevme cahilliğinde bulundum. Sonrasında O da onu benden alıp, beni lanetledi ve beni yaşarken öldürüp, ce­hennemine gönderdi. Beni affetmesi için O’na çok yalvardım, çok tövbe ettim. Gözyaşı, tefekkür ve sabır ile geçen yıllarım, beni O’na daha çok yaklaştırdı.

Secde 12: “Suçlular Rablerinin huzurunda boyunlarını büküp, “Rabbimiz! (Gerçeği) gördük ve işittik. Artık şimdi bizi (dünyaya) döndür ki, salih amel işleyelim. Biz artık kesin olarak inanmaktayız” dedikleri vakit, (onları) bir görsen!” 

O merhamet sahibi yüce Allah; bu rahmet, bereket, lütuf, kerem ve ihsanına karşılık ödeyebileceğim ve verebileceğim hiçbir şeyim yokken, hatalarımı ve günahlarımı affedip, töv­bemi kabul edip, kalbimi yıkayıp, içinde bulunduğum azaptan beni kurtardı. Bana bir fırsat daha verip, beni yeryüzüne geri gönderdi.

Bakara 160: “Ancak tövbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar (lanetlenmekten) kurtulmuşlardır. Çünkü ben onların tövbelerini kabul ederim. Zira ben tövbeleri çok kabul edenim, çok merhamet edenim.” 

Enbiya 88: “Biz de duasını kabul ettik ve ken­disini kederden kurtardık. İşte biz mü’minleri böyle kurtarırız.” 

Âl-i İmrân 74: “O, rahmetini dilediğine has kılar. Allah büyük lütuf sahibidir.” 

Ancak bu süreçte O’ndan yediğim fırçaları da unu­tamıyorum. Allah beni karşısına bir daha aynı pozisyonda çıkmaktan ve aynı hataları yapmaktan korusun. Kendimi tekrar fırsat verilmişlerden bulduğum o anda, büyük bir utanç içinde kalbime doğan şu uyarıları işittim:

“Ey Cüneyt! Sana ait olduğunu düşündüğün bu kalp evet aslında benim içindir. Sence Rabbin aşık olduğun ve peşinden koştuğun bir kadın olabilir mi? Sence Rabbin, senin bu aşk yüzünden acı çekmeni izlemekten, sana bunları çektirmekten zevk alan, kimi cahil kadınlar gibi nefsini ve egosunu tatmin eden, arkasına bakmadan çekip giden merhametsiz bir varlık olabilir mi? Sana gülümsediği ve yanında olduğu sürece sevgili, kaybolduğu zaman da kendisine kızacağın, şüpheleneceğin, isyan edip, yüz çevi­receğin, kendini onun yüzünden içkiye boğacağın, sonra seni affetmesi, sana geri dönmesi için yalvarıp yakaracağın, ya da bunun tam tersini senin için yapan dişi bir varlık mıdır? Veya kendisinden bir şeyleri saklayabileceğini ve O’nu kandırabileceğini sandığın bir mahlukat mıdır? Ya da sadece sana yar olup da başkalarına haram olan mıdır? Değildir öyle değil mi? Öyleyse, neden başkalarına verdiğim sevgiyi, mutluluğu, imkanları ve ilmi kıskanasın, ya da sadece senin sevgilin olmamı, aşkın olmamı ve sürekli yanında kalmamı isteyip, bana kızar ve bana naz yaparsın? Ben herkesin sevgilisi, aşkı ve dostuyum. Bilmez misin ki, ben her an, her yerde, herkesleyim ve her şeyleyim. Sen her ne kadar bunu beğenmesen ve istemesen de, bil ki seninle aramızdaki bu bir görünüp, bir kaybolan ilişkiyi kıskananlar da vardır. Ya benim kendisine hiç gülmediğim, kendisine kendi­mi hiç hatırlatmadığım, rahmet ve bereketimden uzak tuttuğum, benden bir haber olan kullarım ne yapsın? O yüzden otur yerine ve sana verdiklerim için bana daima şükret!

Şimdi sen hala benim bu aşkımı, sevgimi başkalarıyla paylaşmamı istemiyor ve sadece senin sevgilin mi olmamı istiyorsun? Sence sen beni sadece kendin için isteyerek ve bu acıları kendine çektirerek daha ne kadar kendi kendine zulm edip yaşayabilirsin ki? Ayrıca bu yaptığın bencillik değil mi? Sence ben kendimi tamamen sana versem, kendimi sana göstersem, sen bu ağır yükü kaldırabilir misin? Ben sana zaten kaldırabileceğin kadar yükü veriyorum, merak etme! Çünkü ben seni, senin kendini bildiğinden çok daha iyi biliyor ve tanıyorum!

Şimdi ben sana böyle kızdım diye, herkese gü­lümsüyorum ve sadece senin olmuyorum diye, ben kendisiyle türlü aşk oyunları oynanabilecek, kendi basit aklınca bir şekle ve surete indirgeyebileceğin basit bir varlık mıyım? Değilim değil mi Cüneyt, değilim. O halde benim bütün bu dünyevi beşer hislerden ve o cahil aklınca ortak koştuğun bütün varlıklardan çok daha üstün olduğumu kabul et. Hepinizi ve her şeyi yaratanın ben olduğumu, her şeyi size verenin ben olduğumu, size kendi öz ana ve babanız­dan daha yakın olduğumu, koruduğumu, büyüttüğümü, gözetlediğimi ve ne kadar merhametli olduğumu anla! Ben hepinizin Rabbiyim. Hepinize hayatınızın sonuna kadar nasıl insanlar olursanız olun, her türlü rızkınızı istedi­ğim ölçüde veririm. Dilediğim kimseye azabımı tattırır, dilediğimi bağışlarım. Rahmetim ise her yeri, her şeyi ve herkesi kuşatmıştır. O yüzden, gel sen beni olduğum gibi kabul et ve beni herkesle paylaş. Beni yeryüzünde yaşadı­ğın müddetçe anarak ve idrak ederek izle. Bana Allah diye seslen, bana sığın, ben hep yanındayım, bunu görecek ve bileceksin. Ancak, beni anmayı unutursan, biliyorsun ki kendimi sana muhakkak hatırlatırım. Gazabım şiddetli­dir!

O halde gel Cüneyt, biz en iyisi seninle dost olalım, dost olarak kalalım. Zaten çok devamsızlığın oldu hayatımda, seni hep geç kâğıtlarıyla aldım tekrar kalbime, bütünlemelerde geçtin hep beni. O yüzden alttan dersin var onu ver, sonra bana gel, seni sınıf atlatayım… İnanırsan verirsin sınavı, ama inançsızsan ben ne yapayım…. Gerçek şu ki, herkes seni incitecek. Yapman gereken tek şey uğrunda acı çekmeye değecek birisini bulman. Ve umarım artık bu son olur. Sense sana ayetlerimizi verdiğimiz halde, kendisine sürekli zikzaklar çi­zdirilen, üstüne varsak dilini çıkarıp soluyan, bıraksak dilini sarkıtıp soluyan bir yavru köpek gibi onlardan sıyrılıp nefsine güzel gelen her türlü dünyevi heva, heves ve hastalığın peşinden gidiyor, azgın şeytanın ardına düşüyor, kendini karanlıkta buluyorsun. Bunu sür­dürdüğün müddetçe de incineceksin! Ben ise, bana geleceğin anı bekliyorum ve bir gün geleceksin, biliyorum.” 

Not: Nisa 125: “Allah, İbrahim’i dost edinmişti.” 

******************************************************************

Doğrusunu söylemek gerekirse, insan bu zor ve azim gereken işi başarıp vuslata erince, Allah ile bir olunca, perdeler kalkıp, gaflet uykusundan uyanıp, hakikat ortaya çıkınca, insan hakikati anlayınca, Allah’ın dünyada kendisine Süleyman a.s.’a verdiği gibi bir hükümdarlık vereceğini, O’nun zatını çıplak gözle göreceğini, O’nunla yüz yüze konuşabileceğini, O’na sahip olup sarılabileceğini, rivayet edilen evliyalar gibi uçup gidebileceğini, ışınlanabileceğini, kerametler ve mucizeler gerçekleştirebileceğini (ki bunların hepsini gerçekleştiren ve gerçekleşmesine izin veren yine Allah’tır), Allah’ın kendisini bir Süpermen’e çevireceğini ve dünyayı tüm kötülüklerden kurtarabileceğini, insanların hepsini topyekun İslam’a sokabileceğini falan zanneder. Ama bu umduklarını bulamaz. Allah ona bunları vermez. Çünkü bulduğu artısıyla eksisiyle gene sadece yemek yiyip, uyuyan, hastalanan, Allah dilemedikçe kendisine ne bir fayda ne de bir zarar veremeyecek bir “hiç” olan kendisidir. Elde ve avuçta Allah’ın varlığını ispat edebilecek (ki O buna muhtaç değildir) kendisinden başka hiçbir şey mevcut değildir. Koskoca bir yalnızlık ve hiçlik.

Hayat ona karşı gene acımasızdır ve gene aynı saçmalıklarla, aynı sorunlarla devam etmektedir. Allah gene görülmez bir haldedir. O bize hem şah damarından daha yakındır, hem de evrendeki ilk patlamanın gerçekleştiği yer kadar uzaktır. O her an, her şeyde ve her yerdedir. İşte insan, her ne kadar içerisinden hem O’nunla hem de kendisi ile bir olmanın vermiş olduğu heyecan, aşk, sevgi ve coşku ile bir mecnun misali büyük bir kibirle firavun gibi “Enel Hak” diye geçirip, tüm dünyaya bunu haykırmak istese de, Allah için her ne yapmış olursa olsun, aslında sadece kendisi için yapmış olduğunu, Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını, Allah dilemedikçe kendisine ne bir faydasının ne de bir zararının dokunamayacağını, kendisinin dünyayı değiştiremeyeceğini, hiçbir şeyi düzeltemeyeceğini, kendisi gibi her şeyin geçici ve bir “HİÇ” olduğunu, tek gerçek gücün, hâkimin ve her şeye kadir olanın sadece Allah olduğunu anladığında, geriye yalnızca acizlik içerisinde diz çöküp kulluk etmesi gerektiğini idrak ettiği Allah’ın zatı kalır. İşte o an kalbinde bulduğu O saf ve arı Allah, alemlerin rabbi olan Allah’tır, O’ndan başka ilah yoktur. Bizlerde yalnız O’nun içinizdir ve yalnız O’na geri döneceğizdir. O’nun dengi, benzeri ve ortağı yoktur.

Rahman 26-27: “Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.”

Hadid 3: “O, Evvel (herşeyden önce var olan)dır, Âhir (herşeyin helâkinden sonra bâki kalan)dır, Zâhir (delilleriyle varlığı apaçık olan)dır ve Bâtın (akılların O’nu idrâk edemediği, Zât’ının hakikati bilinmeyen)dir. Ve O, herşeyi hakkıyla bilendir.”

Allah’ın Kuran’da belirttiği gibi insanoğlu nankör bir varlıktır. İnsan ulaşamadığı her şeyin delisi, ulaştığı her şeyin de nankörüdür[1]. Çünkü ona sahip olmuş, amacına ulaşmıştır. Velhasıl biz de Allah’a ulaşınca gelin görün ki Ona olan bu delice aşkımız sona ermiş, Ona olan aşkımızın ve ulaşma azminin yerini bana verilen bu ilmin ve yaşattığı bütün şeylerin ne olduğunu, kendimin kim olduğunu, ne olduğunu, bunları neden yaşadığımın hikmetini aramak ve anlamak almıştır…

Şu anda hayatın tüm zorluğuna, olumsuzluğuna, mantıksızlığına, yeryüzünde yaşanan tüm ahlaksızlıklara, adaletsizliklere, kötülüklere rağmen gene de elimden geldiğince O’nu sevmeye, O’nun zatından ve O’ndan gelen her şeye, hayrından da şerrinden de razı olup, sabredip, tüm verdiklerine şükretmeye, O’na kulluk etmeye, emirlerini yerine getirip, O’na yakışır bir kul olmaya, O’ndan korkmaya, rızasını gözetmeye, salih ameller işlemeye çabalıyorum… Bahşettiği bunca ilimden sonra sapmışlardan olmamaya, onların heva ve heveslerine uymamaya çalışıyorum… Yüksek azim sahibi peygamberler gibi başa gelen her şeye Allah’ın rızasını gözeterek sabretmeye çabalıyorum. Tabi bunu ne kadar başarıyorum onu da Allah bilir… Sonuçta hepimiz insanız…

Uzun lafın kısası Tasavvuf Kültüründe “aşık olmadan sakın  kapımıza gelme” diye önemi vurgulanan “aşk” hakkında diyeceğim şudur ki, ne Allah’ın kendisi, ne de dini, pek çoklarının iddia ettiği gibi aşk değildir. Çünkü eğer Allah’ın bir adı da “aşk” olsa idi, doksan dokuz tane isminin arasına aşkı da ekler, bizim O’na o isimle de hitap etmemizi ister, Kur’an’da bize dinimizin adı için “İslam” değil, “sizin için din olarak aşkı seçtim” derdi. Bunların hiçbirisi olmadığına göre demek ki “aşk”, insanların kendi zanlarına göre O’na ve sahip olduklarına bahşettiği isimden, duygudan ve zandan başka bir şey değildir.

Bana göre ise aşk, ya da Allah’a karşı duyulan aşk, Allah’ın Rahman 33’te: “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin uçlarından bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse geçip gidin. Büyük bir güç olmadıkça geçip gidemezsiniz.” dediği gibi insana O’na ulaşma yolunda azim, sabır ve dayanma gücü veren, kalbin­deki, gözündeki ve kulağındaki gaflet perdelerini kaldıran, insanların kendi kişisel miraçlarını gerçekleştirmelerine yarayan yüksek güce sahip bir araç, yaşanıp aşılması gereken bir süreçtir.

Ancak ne tuhaftır ki dağların bile parçalanmaktan korkup, kendisini taşımaktan çekindikleri, yere göğe sığmayıp, Allah’ın ufacık bir kalbin içerisine sığdırdığı bu yüksek ateşleme gücüne sahip aşk emaneti,  böylesine kutsal bir emanet olmasına rağmen, Adem ile Havva’nın Allah’a vermiş oldukları sözü unutup, yasak meyveyi yemelerine sebep olan, insana akıl almaz hatalar yaptıran, insanın aklını başından alan, insana ait dünyevi, nefsani bir duygudur da aynı zamanda.

Aşk öyle bir şeydir ki, insanlar Allah’ı bırakarak, eşlerini O’na ortak koşabilirler. Eşleri istenmeyen ve kötü insanlar dahi olsa, onları sevimli ve dost olarak görebilirler. Ve hatta belki de Allah’ın “Du­mansız ateşten yaratmıştık” dediği cinlerin ve İblis’in şekil ve suret değiştirmiş halleri bile olabilirler. İnsanların kalplerine yerleşerek, onlara türlü vesveseler verebilir, insanları cennetten dünyaya düşürüp, aşk gibi içinden çıkılmaz bir ateş azabına sürükle­yebilirler. Aynı zamanda, insanlara musallat edilen, her türlü çılgınlığı kendilerine güzel ve süslü gösteren, kendilerine doğru yoldaymış izlemini veren aykırı bir arkadaş olarak da tanımlanabilirler.

O yüzden bana göre Allah, aşk gibi kendisine yapılan her türlü bu tarz yakıştırmalardan, noksanlıktan ve hatadan münezzehtir, uzaktır, yücedir. Bizim rabbimiz Allah, dinimizde İslam’dır. Aşk gibi gelip geçici beşeri bir duygu, kendisinden uzak durulması gereken dumansız bir ateş azabı ya da bize ayna olup, hatalarımızı yüzümüze vuran, bizi geliştiren, her ne kadar istenmeyen ve sevilmeyen bir şey de olsa, bize kılavuzluk edip, gerçek sevgiliye ulaşmamıza yardımcı olan herhangi bir kulu veya ruhu değil…

Hac 74: “Allah’ın kadrini gereği gibi bileme­diler. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.”  

Maide 72: “Kim Allah’a ortak koşarsa artık Allah ona cenneti muhakkak haram kılmıştır. Onun barınağı da ateştir. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.”  

Zümer 3: “İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ın­dır. Onu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah ayrılığa düştükleri şeyler konu­ unda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.” 

Tevbe 31: “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, haham­larını; (Hristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Rab edindiler. Oysa, bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet etmekle emro­lunmuşlardır. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.”

Cüneyt Aktan 17/09/2014

 Not:

Kaynaklar:

1) Kur’an-ı Kerim ve Meali, Mehmet Nuri Yılmaz, Horo Yayıncılık, Açıklamalı 2.Baskı, Ankara-2000

2) Üçü Birarada Kur’an-ı Kerim (Arapça-Meal-Türkçe Okunuşu), Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır, Kabe Basın Yayın Dağıtım

3) http://www.kuranmeali.org/kuran_meali.aspx

4) Arayışname, Cinius Yayınları, Cüneyt Aktan, Nisan 2013, Sayfa 28

5) www.semazen.net

[1] Pablo Neruda

3303 Toplam Görüntülenme 1 Günlük Görüntülenme
Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

1 comment on “BİR FİLOZOFUN ANILARI: KARANLIKTAN AYDINLIĞA GİDEN YOL… HAMDIM PİŞTİM YANDIM…”

Leave A Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.