ALLAH’IN NURU NEDİR? ALLAH NURUNU KİMLERE VERİR? ALLAH’IN NURUNUN BULUNDUĞU EV NERESİDİR?ALLAH’A NASIL ULAŞIRIZ?

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Tevrat, “Tanrı benim ışığım, kurtarıcımdır.” der.

İncil, “Tanrı ışıktır, onda karanlık yoktur.” der.

Kur’an “Allah göklerin ve yerin nurudur. O dilediği kimseyi nuruna iletir.” der.

Türk Dil Kurumu’na göre ise “nur” kelimesi;

1) Aydınlık, ışık, parıltı, ziya,
2) İlahi bir güç tarafından gönderildiğine inanılan parlaklık, ilahi ışık

anlamlarına gelmektedir.

Müslümanların büyük çoğunluğu da Allah’ın Hz. Muhammed’i kendi nurundan, evreni de Hz. Muhammed’in nurundan yarattığını söyler. Keza meleklerin de nurdan yaratılmış, nurani varlıklar olduğunu iddia eder.

İyi, hoş, güzel de; fark ettiyseniz bu açıklamaların hiçbirisi Allah’ın nurunun mahiyetinin ne olduğunu bize tam olarak açıklamıyor, öyle değil mi?

Bu nur Allah’ın kendisi midir; O’nun yer, gök ve ikisi arasındaki her şeyi yaratmasını sağlayan, yalnızca ona has ilahi bir kuvvet midir? Önümüzü görmemizi sağlayan türde bir ışık mıdır? Veya manası bizlere kapalı olan bir ism-i İlahi midir? Gelin bu nurun ne olduğunu hidayet rehberimiz Kur’an ışığında ortaya çıkarmaya çalışalım…

“Nur” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de birçok varlığı, cismi, düşünce ve davranışı isimlendirirken kullanılmıştır. Bunları şu başlıklar altında inceleyebiliriz:

1) Allah ve Nuru

“Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil; kandil de bir cam fanus içinde. Fanus sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile neredeyse aydınlatacak (kadar berrak)tır. Nur üstüne nur… Allah, dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah, insanlar için misaller verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nur 35)

“(Bu nur/ışık), Allah’ın yükseltilmesine ve içinde adının anılmasına izin verdiği evlerdedir. Oralarda sabah akşam O’nu tespih ederler. (Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alışveriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar.” (Nur 36-37)

2) Kur’an-ı Kerim

“Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur (Kur’an) indirdik.” (Nisa 174)

“O peygambere inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.” (Araf 157)

“Artık siz Allah’a, peygamberine ve indirdiğimiz o nura (Kur’an’a) inanın. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Tegabun 8)

“İşte böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir, bilmezdin. Fakat biz onu (Kur’an’ı), kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nur yaptık.” (Şura 52)

3) Tevrat

“Gerçek şu ki, Biz Tevrat’ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik.” (Maide 44)

“De ki: Öyleyse, Musa’nın insanlara nur ve hidayet rehberi olarak getirdiği kitabı kim indirdi?” (Enam 91)

4) İncil

“Onların (peygamberleri) ardından yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa’yı gönderdik ve ona içinde hidayet ve nur bulunan, önündeki Tevrat’ı doğrulayan ve muttakiler için yol gösterici ve öğüt olan İncil’i verdik.” (Maide 46)

5) Hz. Muhammed

“Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah’ın izniyle bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzab 45-46)

“Ey kendilerine kitap verilenler! Kitap’tan saklamış olduğunuz çoğu hakikati size ayan beyan açıklayan ve çoğundan da geçen Resulümüz size geldi. Şu bir gerçek ki, size Allah’tan bir nur (Muhammed) ve apaçık bir kitap (Kur’an) gelmiştir.” (Maide 15)

6) Ay Işığı

“Gökte burçlar kılan, onların içinde bir aydınlık ve nurlu bir ay var eden (Allah) ne yücedir!” (Furkan 61)

“Güneş’i bir aydınlık, Ay’ı bir nur kılan ve yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona duraklar tespit eden O’dur.” (Yunus 5)

“Ve Ay’ı bunlar içinde bir nur kılmış, Güneş’i de (aydınlatıcı ve yakıcı) bir kandil yapmıştır.” (Nuh 16)

7) Gözümüzün Görmesini Sağlayan/Etrafımızı Aydınlatan Işık

“Onların (münafıkların) durumu, (karanlık gecede çevresini aydınlatmak için) bir ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların nurunu/aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır; (artık hiçbir şeyi) görmezler.” (Bakara 17)

8) Ahirette Müminlerin Önlerinden ve Arkalarından Koşan Nur

“Ey iman edenler, Allah’a kesin bir tövbe ile tövbe edin. Olabilir ki, Allah sizin kötülüklerinizi örter ve altından ırmaklar akan cennetlere sokar. O gün Allah, Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük düşürmeyecektir. Nurları, önlerinde ve sağ yanlarında koşar, parıldar. Derler ki: “Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Şüphesiz Sen, her şeye güç yetirensin.” (Tahrim 8)

“O gün, mümin erkeklerle mümin kadınların nurlarının, önlerinde ve sağlarında koştuğunu göreceğin gün kendilerine şöyle denir: ‘Bugün size müjdelenen şey içlerinden ırmaklar akan, ebedî olarak kalacağınız cennetlerdir.’ İşte bu büyük başarıdır. O gün, münafık erkekler ile münafık kadınlar, iman edenlere derler ki: ‘(Ne olur) Bize bir bakın da, sizin nurunuzdan bir parça alıp yararlanalım!’ Onlara: ‘Arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayıp bulmaya çalışın.’ denilir.” (Hadid 12-13)

Ahirette müminlerin önlerinde ve sağlarında gidecek olan bu nurların en başta melekler olduğu düşünülebilir ancak Hadid 13. ayetinde günahkârların iman edenlere nurlarından kendilerine de bir parça vermelerini; o nurdan kendilerinin de faydalanmak istediklerini söylediklerini görüyoruz. Eğer bu nurlarla kastedilenler melekler olsa; cehennemlik insanlara istifade etmeleri için meleklerden nasıl bir parça verilebilir? Meleğin kolunu, kanadını koparıp onlara mı vereceksiniz!

Ayrıca Tahrim 8. ayetinde de bu nurlara sahip olan kişilerin Allah’a “Ey Rabbimiz, nurumuzu tamamla!” diye seslendiklerini görüyoruz. Eğer bu tamamlanması istenen nur ile kastedilenler melekler olsa, meleklerin nesi eksiktir ki Allah onları tamamlasın? Elleri, kolları, kanatları, başları eksik de Allah onları mı tamamlayacak? Demek ki bu nur, melek değil…

Müminlerin yanında koşan, tamamlanması ve verilmesi niyaz edilen nurla kastedilen Allah da olamaz; çünkü Allah her türlü eksiklikten uzaktır.[1] Ayrıca Allah’tan da bir parça koparıp cehennemliklere faydalansınlar diye veremezsiniz!..

Keza bu ayetlerde bahsedilen nur Kur’an da olamaz. Çünkü Allah Kur’an’da “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.”[2] diyor. Demek ki onda da bir eksiklik yoktur. Zaten Allah da eksik bir kitap gönderip kendisini küçük düşürecek ve peygamberini de sıkıntıya sokacak kadar aciz bir Yaradan değildir… Kaldı ki öldüğünüzde öbür tarafa yanınızda Kur’an’ı da götüremiyorsunuz ki, ondan sayfalar koparıp cehennemliklere verebilesiniz.

Bu koşan nurlar Güneş ve Ay da olamaz; çünkü onlardan da bir parça koparıp onu kendinize nur edinemez ve diğerlerine veremezsiniz. Zaten Ay’ı parlatan da Güneş’ten aldığı ışıktır. Güneş olmadan Ay parlamaz. Güneş desen o da sürekli olarak çekirdeğinde sıkışan, patlayan ve yok olan gaz atomlarından meydana gelmiş bir oluşum. Yanınıza alacağınız o nur güneşten bir parça olsa, zincirleme atomik reaksiyonu gerçekleştiremeyeceği için o da söner gider. Yani sürekli olarak sizi aydınlatamaz.

O hâlde ahirette müminlerin sahip olacağı belirtilen bu nur ne olabilir?

Değerli arkadaşlar, benim tahminlerime göre bu nur olsa olsa Allah’a olan iman, yapılan salih ameller; okuyup araştırıp düşünerek geliştirilen bir akıl ve ahlak neticesi kazanılan, Allah tarafından takva sahibi kullarına ödül olarak bahşedilen bir ilim ve irfan nuru olabilir.

Dolayısıyla, “Rabbimiz nurumuzu tamamla!” ayetiyle anlatılmak istenenin “Rabbimiz ilmimizi tamamla, bizi kemale erdir!” demek olduğunu düşünüyorum.

Ahirette günahkârların müminlere “(Ne olur) Bize bir bakın da, sizin nurunuzdan bir parça alıp yararlanalım.” dedikleri o nurun, “Dünya hayatında okuyup düşünüp sorgulayıp araştırıp elde ettiğiniz, sizi hakikate götüren o salih ilminizden bize de bir parça verin de biz de ondan faydalanalım; biz de kemale erelim, Allah’ın doğru yoluna çıkalım, doğruların arasına girelim.” demek olduğunu düşünüyorum.

Öyle olduğunu düşünüyorum çünkü ilim sahibi kullar, etraflarına ışık saçan, yani sahip oldukları bilgiler ile etraflarındaki diğer insanları da aydınlatan, onlara doğru yolu gösteren ve onların cahillikten kurtulmalarına yardımcı olan birer kandil gibidirler, öyle değil mi?

Tıpkı Allah’ın Hz.Muhammed için Ahzab 46. ayetinde “Seni nur/ışık saçan bir kandil olarak gönderdik.” dediği gibi…

Hz. Muhammed etrafını bir kandil gibi nasıl aydınlatıyordu? Hz. Peygamberin etrafına saçtığı o nur, o ışık neydi?

Rivayet edildiği gibi yüzünde bulunan bir nur ile mi aydınlatıyordu? Hiç sanmıyorum!.. Bakın, Kur’an’a göre ne ile aydınlatıyormuş:

“Elif, Lam, Ra. Bu bir kitaptır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura/aydınlığa, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik.” (İbrahim 1)

“Böylece sana emrimizden bir ruh (Kur’an) vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Ancak Biz onu bir “NUR (IŞIK)” kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip iletiyorsun.” (Şura 52)

Gördüğünüz üzere Peygamberin etrafına saçtığı nur Kur’an idi; başka bir şey değil…

Peki, Kur’an nasıl bir nurdu ki Peygamber hem kendisini hem de etrafını onunla bir kandil gibi aydınlatabiliyor ve insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarabiliyordu?

Bunun da cevabını yine Kur’an’dan verelim. Cenab-ı Allah Rad 37’de diyor ki:

“İşte böylece Biz onu (Kur’an’ı) Arapça bir hüküm olarak indirdik. And olsun, sana gelen bunca İLİMDEN sonra, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir yardımcı, dost, ne bir koruyucu vardır.”

Ayete göre Kur’an neymiş arkadaşlar? İlimmiş, değil mi?

Ne ile başlıyordu o Kur’an: “Yaratan Rabbinin adıyla OKU!” (Alak 1)

Demek ki Hz. Muhammed de kendisine vahyedilen bir ilim olan Kur’an’ı okuyarak ve ayetlerini derin derin düşünerek nurlanmış. Yani Kur’an vesilesi ile ilim sahibi olmuş, aydınlanmış ve etrafını da o ilim ile aydınlatmış… Demek ki Kur’an’a nur demekle kastedilen ilim imiş.

Demek ki hangi dilden ve renkten olursak olalım, Hz. Muhammed gibi bir insan olup nurlanmak, hidayete ermek ve bir kandil gibi etrafını aydınlatabilmek için onun gibi giyinmeye ya da sakal uzatmaya değil, Kur’an’ı Kerim’i ağır ağır, düşüne düşüne okuyup anlamamız[3] ve ilim sahibi olmamız gerekiyor… Çünkü Peygamberi Allah’ın doğru yoluna saçı, sakalı, elbisesi değil, ona vahyedilen Kur’an çıkardı[4]…

İnşallah insanlar bir gün bu gerçeğin farkına varırlar ve onun dış görünüşünü değil, Kur’an ile doğru yola çıkarılmış olan ahlakını örnek alırlar deyip Allah’ın nurunun ne olduğunu anlamaya devam edelim…

Allah Kur’an’ı Kerim’in pek çok ayetinde şirk, nifak, küfür, cehalet, dalalet, günah, İblis ve bunların safında yer alan bütün kötü düşünce ve davranışları karanlık olarak tasvir etmiştir.

Hidayet, iman, takva, iyilik, hayır, salih amel, İslam ve bunların safında yer alan bütün düşünce ve hareketleri de nur/aydınlık olarak nitelendirmiştir.[5][4]

O yüzden Allah pek çok ayetinde insanlara peygamberler ve kitaplar göndermesinin asıl sebebinin, insanları karanlıklarından aydınlığa; yani iyiye, güzele, doğruya, hakka, akla, ilme, hikmete, doğru yola, güzel ahlaka çıkarmak olduğunu anlatmıştır. Örneğin:

“Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura/aydınlığa çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise Tâğut’tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır.” (Bakara 257)

“Elif, Lam, Ra. Bu öyle büyük bir kitaptır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura/aydınlığa, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik.” (İbrahim 1)

“Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları kendi izniyle karanlıklardan nura/aydınlığa çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip iletir.” (Maide 16)

“İman edip salih amellerde bulunanları karanlıklardan nura/aydınlığa çıkarması için Allah’ın apaçık ayetlerini size okuyan bir elçi de (gönderdik).” (Talak 11)

“Allah’ın, göğsünü İslam’a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse, kalbi imana kapalı kimse gibi midir? Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların vay hâline!” (Zümer 22)

“Andolsun Musa’yı, “Kavmini karanlıklardan nura çıkar ve onlara Allah’ın günlerini hatırlat” diye ayetlerimizle göndermiştik.” (İbrahim 5)

Bu nurun ne olduğunu daha iyi anlayabilmeniz için aşağıdaki ayeti örnek vermek gereği duyuyorum:

“Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar arasında yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte, kâfirlere yapmakta oldukları çirkinlikler böyle ‘süslü ve çekici’ gösterilmiştir.” (Enam 122)

Bu ayetteki ölü iken diriltilen insanla kastedilen, öldükten sonra ahirette diriltilecek olan insan değildir.

Buradaki ölü insan ile kastedilen, günümüzde dünya hayatını yaşarken izlediği filmler, dinlediği müzikler ve okuduğu kitaplara yerleştirilmiş olan gizli subliminal mesajlar yüzünden ruhu ve aklı şeytan tarafından sinsice ele geçirildiği için yaptığı fenalıklar ve işlediği günahlar kendisine güzel gösterilen, nefsinin kulu kölesi olan, cehalet içerisinde kalmış, aklını kullanamadığı için her türlü belaya maruz kalmış, ne yaparsa yapsın kendisini bu belalardan kurtaramayan, yaptığı tüm işler hayırsızlık, hüsran ve depresyonla sonuçlanan, vesvese, günah ve hata batağına saplanıp kalmış, din diye atalarının uydurdukları ile amel eden insan; yani karanlıklarda kalan insan demek…

Diriltilen insan ile kastedilen ise İblis’in vesveselerinden ve kontrolünden kurtarılan, yani günahlarından sonra takvası verilen, geçici dünya tutkularından, nefsani azgınlıklarından, günahlarından, cehaletten, depresyondan, negatif düşünce ve obsesyonlarından sıyrılıp kendisine hidayet eylenen, ilim, irfan ve hikmet verilen, doğru yola çıkarılan, kemale erdirilen yani karanlıklardan aydınlığa çıkarılan “aydınlanmış insan” demek… Bir nevi Matrix’ten çıkmış, uyanmış insan demek…

Ayete göre karanlıklardan aydınlığa çıkarılan insan ne yapıyor? Kendisine verilen bir nur ile diğer insanlar arasında yürüyor.

Ne gibi insanların arasında yürüyor? Karanlığa, küfre saplanıp kalmış, kendisini günah işlemekten ve cahillikten kurtaracak bir çıkış yolu bulamayan, hatalarından ders çıkaramayan ve bunları tekrarlamakta ısrar eden, cehalette direnen insanların arasında yürüyor.

Nasıl yürüyor? Daha önce kendisi de öyle iken, din, hakikat ve doğru diye uydurulmuş hurafeler ile amel ederken, bunlardan kendisini kurtarmış, bir daha o karanlıkta kalmayacak, yolunu kaybetmeyecek şekilde yürüyor.

Bunu nasıl başarıyor? Allah’ın o kişiye verdiği bir nur ile.

Sizce bir insanın bu dünyada yaşarken bir daha karanlıklarda kalmamasını ve karanlıkta kalmış diğer insanlara uymamasını sağlayan bu nur ne olabilir arkadaşlar?

Elbette ki hak ile batılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü birbirinden ayırt edip hakkın, doğrunun, iyiliğin, yani Allah’ın doğru yolundan gitmeyi tercih etmeyi sağlayacak olan akıl, fikir, ilim, hikmet ve iman demek… Çünkü:

“Ey iman edenler! Eğer Allah’a karşı takva sahibi olursanız (Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız); O, size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış (Furkan) verir ve sizin kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah, büyük lütuf sahibidir.” (Enfal 29)

Allah ayetinde bu Furkan nurunu kime verdiğini söylüyor? Takva sahibi olanlara.

Nedir takva sahibi olmak? Allah’a karşı gelmekten korkmak demek.

Kimler Allah’tan en çok korkar?

“Kulları içinden ancak bilginler/alimler, Allah’tan (gereğince) korkar.” (Fatır 28)

Allah’tan korkan bu bilginler ve alimler nasıl insanlar peki?

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akıl sahipleri için elbette ibretler vardır. Onlar (akıl sahipleri) ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. ‘Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru!’ derler.” (Ali İmran 190-191)

“Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve müminler, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler. O namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah’a ve ahiret gününe inananlar var ya, işte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz.” (Nisa 162)

“İlimde derinleşenler, ‘Biz O’na inandık, tümü Rabbimizin katındandır.’ derler. Akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşünmez.” (Ali İmran 7)

“Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” (Bakara 269)

“Bu Kur’an, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” (Sad 29)

Gördüğünüz üzere alimler düşünen, sorgulayan, kendilerine hikmet verilmiş, ilimde derinleşmiş, akıl sahibi insanlarmış. Allah, Kur’an’ı bunlar anlar ve öğüt alır, demiş.

Peki, hangi ilimde derinleşmiş, hangi bilim dalında alim olmuş akıl sahibi insanlar Kur’an’ı anlayabilir?

Arap dili ve edebiyatı, İslam öncesi ve sonrası Arap tarihi, hadis, fıkıh, tasavvuf, mezhep ve benzeri ana bilim dallarında derinleşenler mi? Kur’an’ı Kerim’i Arapça olarak ezberleyen veya Arapça olarak en güzel şekilde okuyanlar mı?

Yoksa mahallesindeki caminin açtığı Arapça Kur’an kursuna gidip, orada üç ay Arapça eğitimi gördükten sonra, okuduğundan hiçbir şey anlamadan Kur’an okuyan; sonra da Kur’an’da yazmadığı hâlde “Kur’an’da böyle yazıyor” diye atalarından, konu komşusundan duydukları ile din diye amel eden insanımız mı?

Yoksa sakalını uzatıp cüppesini giyip sosyal medyada kendisine tarikat lideri ve din adamı havası yaratan, Arapça bilmeyen insanları “kitapta böyle yazıyor” diyerek Allah ile aldatan insanlar mı?

Üzgünüm ama bunların hiçbirisi Kur’an’ın bahsettiği o ilimde derinleşmiş alimler değil… Değil çünkü Allah Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’in nasıl giyindiğini, yediğini, içtiğini, uyuduğunu ya da sadece İslam öncesi ve sonrası Arap tarihini değil, yerin, göğün ve ikisi arasındakilerin, yani evrenin, dünyanın, onun üzerinde yaşayan canlılar ile insanın neden ve nasıl yaratıldığını, insandan önce yeryüzünde yaşayanlar var mı; varsa bunlar kimler, evrende insandan başka canlılar var mı, öldükten sonra yaşam var mı, ölünce ne olacak, nereden geldik, nereye gideceğiz gibi sorunların cevabını verir.

O yüzden Kur’an-ı Kerim’i anlamak, anlatmak ve insanları Allah’ın nuruna ulaştırabilmek için bu gibi ilimlerin yanısıra fizik, kimya, biyoloji, astroloji, jeoloji, mühendislik, sosyal ilimler, dünya ve insanlık tarihi gibi aklınıza gelen ne varsa, her türlü konuda ilim sahibi olmanız gerek. Bunun içinde okumaya, araştırmaya, sorgulamaya, düşünmeye, öğrenmeye, gelişmeye meyilli bir yapınızın olması lazım.

Neden derseniz, Allah Kur’an’da Taha 114’te Peygambere; “Sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce Kur’an’ı okumakta acele etme. ‘Rabbim! İlmimi arttır.’ de.” diyor. Müzemmil 4’te de “Kur’an’ı ağır ağır, düşüne düşüne oku!..” diyor.

Bu ne demek arkadaşlar? “Aceleci davranıp Kur’an’dan bir şey anlamadan ayetleri ezberlemeye ve okumaya çalışma; bu kitabı ağır ağır, düşüne düşüne; Allah’ın, ayetleri ile sana ne demek istediğini anlamaya çalışarak oku. Anlamak için de önce ilmini artır. Bunun gereği olan okuma, öğrenme, araştırma ve düşünme faaliyetleri ile uğraş; ilimde derinleş.” demek…

Peki hangi ilimde derinleşeceğiz?

Allah, Enbiya 10’da, “Andolsun, size öyle bir kitap indirdik ki sizin bütün şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” diyor.

Bu ne demek? Bir insanın hayatı boyunca görüp duyacağı, sorgulayacağı, arayacağı, öğreneceği, yapacağı, yapmayacağı, yaşayacağı her şey, bu kitapta açıklanmıştır, demek.

Bir insan hayatı boyunca ne görür, ne duyar, ne merak eder, arar, okur, öğrenir ve yaşar? Ne gibi sorular sorar?

Az buçuk hakikati sorgulayan, arayan ve öğrenmek isteyen bir insanın “ben kimim, dünyaya nereden geldim, neden buradayım, yaşama amacım nedir; yer, gök ve ikisi arasındaki bunca şey neden, niçin ve nasıl var oldu, şu koca evrende yalnız mıyız, evrende bizden başka canlılar var mı, dünya benzeri başka gezegenler var mı, ölümden sonra yaşam var mı, varsa nereye gideceğiz; doğru nedir, yanlış nedir, Tanrı var mı, varsa bizden ne istiyor, beni neden yarattı, din nedir, ne değildir” vs gibi sorular sorması gerekir. Kısacası insan kendisini arar, kendisini bulmak, anlamak, tanımak, ve bilmek ister öyle değil mi?.

İşte Kur’an bize Allah’a nasıl kulluk etmemiz gerektiği, nasıl bir ahlak üzerinde yaşamamız gerektiği, bizden önce yaşamış olup, Allah’ın yolundan sapmış toplulukların başına neler geldiği ve ahirette karşılaşacaklarımızı anlatmanın yanı sıra yer, gök ve ikisi arasındakilerin neden ve nasıl yaratılmış olduğu gibi ancak ilimin ve bilimin ışığında yanıtlayabileceğimiz sorunların da cevabını verir.

Evet yanlış duymadınız, Kur’an bize bunları da anlatır çünkü Kur’an öyle zannedildiği gibi Peygamber efendimizin hayatı boyunca söylediği ve yaptığı rivayet edilen söz ve hareketlerden oluşan bir kitap değildir.

Kur’an’ı Kerim, Hristiyan ve Yahudi din adamları tarafından tahrif edilen İncil ve Tevrat gibi çağın gereksinimleri ve bilimsel gelişmeleri karşında yetersiz kalıp, yerin, göğün ve ikisi arasındakilerin neden ve nasıl yaratıldığı hakkında bilimle uyuşmayan açıklamalar yapan, dolayısı ile insanın aklında ve kalbinde kitabın tanrıdan gelip gelmediği, doğru olup olmadığı konusunda şüpheler ve vesveseler uyandırıp, insanları inançsızlığa, dini reddetmeye ve tanrısız yaşamaya zorlayan çağ dışı kalmış bir kitap da değildir.

Kur’an’ı Kerim, Allah’ın kendi hak dinini, diğer tüm insan yapımı dinlere üstün kılmak, insanları doğru yola ulaştırmak, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak, onların kesin bir ilim ile inananlardan olmalarını sağlamak için resulüne kesin ve doğru bilgiyle, yani tabiat kanunlarına uygun bir şekilde indirmiş olduğu bir kitaptır.

O öyle bir kitaptır ki, Hz.Musa’nın Allah’ın izniyle firavun ve sihirbazlarına karşı galip gelmesini sağladığı asası gibi, resulünün insan yapımı tüm diğer dinlere galip gelmesi, onunla insanları kötülüklerden arındırması, Allah’ın doğru yoluna ulaştırması, karanlıklardan aydınlığa çıkarması, onların göklerin ve yerin melekutlarını öğrenip, Hz.İbrahim gibi doğru ilme erenlerden ve kesin olarak inananlardan olmalarını sağlaması için kendisine göndermiş olduğu ilim dolu bir kitaptır.

Dolayısı ile İslam dini gerçekte bilim ile iç içe olan bir dindir ve Peygamberin kendisi de daha önce kitap nedir iman nedir bilmez iken[6], yani göğün, yerin ve ikisi arasındakilerin nasıl yaratıldıkları hakkında hiçbir bilgiye sahip değil iken, kendisine indirilen Kur’an sayesinde ilme ve hidayete ermiştir. Kendisine verilen Kur’an sayesinde peygamberlik görevini ifa edebilmiş ve din diye yalnızca onunla hüküm verip amel etmiştir.

Dolayısı ile günümüzde Kur’an’ı anlayabilmek ve Allah’ın nuruna ulaşabilmek için onda anlatılanları anlayabilecek kadar fizik, kimya, biyoloji, astroloji vs de bilmek gerekiyor. Yani kısacası her türlü konuda ilim sahibi olan entellektüel bir insan olmamız gerekiyor.

Ama siz hayatınız boyunca hiçbir kitap okumaz, belgesel izlemez, araştırmaz, hiçbir şey öğrenmezseniz, sadece evde atalarınızdan duyduklarınızla yetinir, üzerine bir de Kur’an’ı Arapça okuyup, ondan hiçbir şey anlamazsanız, elbette dini anlamada Kur’an yetersiz deyip, o tarikat senin, bu tarikat benim, rüzgârda uçuşan bir çöp parçası gibi sürüklenip gidersiniz. Birilerinin uydurduğu Kur’an ve bilim dışı ciltler dolusu gereksiz bilgi ile din diye amel eder, karanlıklarda kalmaya devam eder, kendinize yazık edersiniz. Benden söylemesi değerli arkadaşlar…

Peki bu ilim sahibi insanlar nasıl insanlar? Bu ilim sahiplerinin sahip olduğu nur, yani ilim nasıl bir ilim? Bakın Allah ayetlerde ne diyor:

“Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandilde bir cam fanus içinde. Fanus sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile neredeyse aydınlatacak (kadar berrak)tır. Nur üstüne nur. Allah, dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah, insanlar için misaller verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nur 35)

“(Bu kandil/nur) birtakım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine (yükselmesine) ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir. Orada sabah akşam O’nu (öyle kimseler) tesbih eder ki; hiçbir ticaret ve hiçbir alışveriş onları Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nur 36-37)

Bu ayetlerde Allah’ın nurunun içerisinde olduğu bahsedilen evler, cemaat ve tarikat kisvesi altında dini kendi çıkarlarına alet ederek Kur’an’a aykırı faaliyetler yürüten bir takım toplulukların içinde Allah’ı zikrettiklerini sandıkları nur evleri değildir.

Bu ayetlerde bahsedilen evler, pek çok insanın günde beş vakit ne anlama geldiğini bilmediği sure ve duaları ezberden okuyarak namaz kılmak için gittiği camiler ve mescitler de değildir.

Ayetlerde bahsedilen kişiler de bu tür tarikat ve cemaatlerde bulunan, veyahut cami ve mescitte namazını kıldıktan sonra çıkışta dilencilere sadaka/zekât verip, dini görevini yerine getirdiğini zanneden, fakat sonrasında Kur’an’a aykırı her türlü eylemde bulunmaya devam ederek yaşamını sürdüren kişiler değildir…

Bu kişiler öyle kişilerdir ki, sadece cemaat ve tarikat localarında iken ya da günde beş kere namaz kılmak için gittiği cami ve mescitlerde iken değil, günün her anı ve saniyesi, her ne iş ile meşgul olurlarsa olsunlar, gördükleri ve yaptıkları her iş, oluş ve nesnede Allah’ı ve ayetlerini anan, Allah’ın bunları neden ve nasıl yarattığına dair hikmetleri merak edip ilimin peşinde koşan; öğrendiklerini düşünerek sorgulayan, eşyaların hakikatini ve Allah’ın ayetlerini anlamaya çalışan, her an kalplerinde ve akıllarında Allah ile birlikte oldukları için de Allah’ın rızasını gözeterek ahlaklı bir şekilde çalışıp yaşayan daimi zikrin sahibi insanlardır. Tıpkı şu ayetteki gibi:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akıl sahipleri için elbette ibretler vardır. Onlar (akıl sahipleri) ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. ‘Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru!’ derler.” (Ali İmran 190-191)

Bu insanların sahip olduğu nur öyle bir nurdur ki, sadece o anda içerisinde bulundukları ve Allah’ın adını zikrettikleri camilerde, mescitlerde, tarikat, cemaat ya da mabetlerde bulunan bir nur değil; yaşadıkları her mekânda onlarla birlikte olan bir nurdur.

Her daim onlarla birlikte bulunan bir nurdur çünkü aksi takdirde bu insanlar içerisinde Allah’ın nuru olduğunu düşündükleri o nur evleri sanılan cami, tarikat ve mabetlerden çıktıkları ve cemaat veya benzeri kardeşlerinden ayrıldıkları zaman o nurdan yine mahrum kalacak ve karanlığa dönüp cahilce davranmaya ve günah işlemeye devam edeceklerdir.

Öyleyse bu nur, “Onların (münafıkların) durumu, (karanlık gecede çevresini aydınlatmak için) bir ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların nurunu/aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır; (artık hiçbir şeyi) görmezler.” (Bakara 17) ayetindeki gibi gelip geçici bir nur ya da aydınlanma değildir, olmamalıdır.

Bu nur, dediğimiz gibi her daim onlar ile birlikte olan bir nur olmalıdır. Bu nur akla ve kalbe sindirilmiş, hak ile batılı birbirinden ayırmaya yarayan, karanlıklar (cehalet) içerisinde kalmış ve ondan çıkmayı bir türlü başaramamış milyarlarca insan arasında daima önünü görebilmesini, gitmesi gereken doğru yolda gidebilmesini, haktan sapmamasını sağlayan bir nurdur.

Peki, bu nur, Allah’ın Nur 36. ayetinde bahsettiği hangi evlerin içerisinde bulunur ki, hiçbir ticaret ve alışveriş bizi sabah akşam Allah’ı anmaktan alıkoyamasın ve her daim bizimle birlikte olup yolumuzu aydınlatsın? Allah’ın nurunun bulunduğu, yükseltilmesine ve içerisinde adının anılmasına müsaade ettiği bu ev, cami, mescit ve tarikat locaları gibi insanların Allah’ı zikrettiklerini sandıkları yerler değilse neresi olabilir? Gelin bunun da cevabını yine Kur’an’la verelim:

“Onlar o kimselerdir ki, iman edip gönülleri Allah’ı zikretmekle, O’nu anmakla huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki gönüller ancak Allah’ı zikretmekle/anmakla huzur bulur.” (Rad 28)

“Allah’ın, göğsünü İslam’a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse, kalbi imana kapalı kimse gibi midir? Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların vay hâline!” (Zümer 22)

“İnkâr edenler dediler ki: ‘Kur’an ona tek bir defada, toplu olarak indirilmeli değil miydi?’ Biz onunla kalbini sağlamlaştırıp pekiştirmek için onu böyle kısım kısım indirdik ve onu ağır ağır okuduk.” (Furkan 32)

“De ki: Ben ancak Rabbimden bana ne vahyolunuyorsa ona uyarım! Bütünüyle bu Kur’an Rabbinizden gelen kalp gözlerinizi açacak delillerdir (basiretlerdir). İman edecek bir kavim için hidayet ve rahmettir.” (Araf 203)

“Uyarıcılardan olasın diye onu güvenilir ruh (Cebrail) senin kalbine apaçık Arapça bir dil ile indirmiştir.” (Şuara 193-195)

Allah, ayetlerde “Onlar o kimselerdir ki, iman edip gönülleri Allah’ı zikretmekle, O’nu anmakla huzur bulan, Allah’ın, göğsünü İslam’a açtığı, kalbini Kur’an’la pekiştipi sağlamlaştırdığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimselerdir.” diyor. “Kur’an’ı senin kalbine indirdik.” diyor.

Kur’an neydi arkadaşlar hatırlayalım:

“Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur (Kur’an) indirdik.” (Nisa 174)

“O peygambere inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.” (Araf 157)

“Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu (Kur’an’ı), kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nur yaptık.” (Şura 52)

Evet Kur’an Allah’ın nurudur. Allah’ın insanlara doğru yolu gösteren nurunu (Kur’an’ı) indirdiği o yer de sizin gibi, benim gibi beşer bir insan olan Hz. Muhammed’in kalbidir. Allah’ın “göğsünü İslam’a açtığı ve Rabbinden bir nur üzerine bulundurduğu kişi” demekle kastettiği, kalbini, Kur’an’a iman edip ondaki doğru yolu ve ahlakı gösteren ilme ve bilgilere açtığı, o bilgi ve ilim ile kalbini ve imanını sağlamlaştırdığı insan demektir.

“Elif, Lâm, Râ. Bu Kur’an öyle büyük bir kitaptır ki, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan nura (aydınlığa), her şeye galip ve hamde layık olan Allah’ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik.” (İbrahim 1)

Demek ki Allah’ın biz ölene kadar her iş, oluş ve koşulda, nereye gidersek gidelim bizimle birlikte gelip içerisinde nurunu barındırdığı, o nurunun derecesini yükselttiği ve adının zikredilmesine izin verdiği o ev bizim kalbimizdir. Bizim Kâbe’miz, ibadet mekanımız olan camimiz, mescidimiz, mabedimiz kalbimizdir…

Bu sırra vakıf olanlardan Mevlana bunu şöyle açıklamıştır:

“Ey Hacca gidenler, nereye böyle?

Tez gelin çöllerden döne döne

Aradığınız sevgili burada

Duvar bitişik komşunuz.

Durun, gördünüzse suretsiz suretini onun

Hacı da sizsiniz, Kâbe de, ev sahibi de…”

Buna göre Allah “Hani biz İbrahim’e evin (Kâbe’nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik:) Bana hiç bir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükûa ve secdeye varanlar için evimi tertemiz tut.” (Hac 26) ayetinde “Bana hiçbir şeyi ortak koşma ve evimi temiz tut.” diyerek, gönül mabedimizi/kalbimizi her türlü nefsani arzu, istek ve Allah’a ortak koştuğumuz putlardan arındırarak temizlememizi emretmiştir.

Dolayısı ile Allah’ın “Ona (Kur’an’a), temizlenip arınmış olanlardan başkası dokunamaz.” (Vakıa 79) ayeti ile cünüp olanlar dokunamazdan daha ziyade Kur’an’a ancak kalplerini böylesine temizlemiş, arındırmış olanlar dokunabilir demek istemiş olabileceğini düşünüyorum…

İşte o temizlenmiş, hanif hâle gelmiş evde/kalpte bulunan nur iman nurudur. Kur’an’da şeytanın, “Senin ihlas sahibi seçkin kulların müstesna, hepsini azdırıp senin yolundan ayıracağım ve kontrolüm altına alacağım.”[13] diye kendilerini kontrolü altına almak için uğraşacağını ama gücünün buna asla yetmeyeceğini kendisinin de bildiğini belirttiği, Allah’ın kendisine dost eylediği seçkin kullarına has bir evin (yani kalbin) içerisinde bulunan bir iman nurudur bu nur. Bu kişilerin kalp gözleri, kendilerine verilen bu iman nuru ile, yani anlamı kalbe sindirilmiş olan Kur’an-ı Kerim ayetleri/ilimi/bilgisi ile her daim açıktır, uyanıktır.

O göz neye karşı açık ve uyanıktır peki? Elbette şeytanın cinlerden ve insanlardan olan adamlarının insanları Allah’ı anmaktan ve iman etmekten uzaklaştırıp; karanlıkta, hüsranda, acıda, cahillikte bırakmak ve kontrol altına almak için yaptıkları her türlü saldırılarına ve oyunlarına karşı açıktır… Allah boşuna “Bu Kur’an Rabbinizden gelen, kalp gözlerinizi açacak olan delillerdir.”[7] demiyor arkadaşlar…

Öyle ise, hem kalbindeki putları hem de kavminin kendi elleriyle yapıp taptığı putları kırıp Kâbe’yi inşa eden Hz. İbrahim gibi bizim de kalbimizdeki Allah’a ortak koştuğumuz bütün putları kırıp gönlümüzde kendi mabedimizi/Kâbemizi inşa etmemiz, Allah’ın ipi ve hidayet rehberi olan Kur’an’ı okuyup, imanımıza iman katıp mabedimizin duvarlarını sağlamlaştırmamız, kalbimizi bir kaleye çevirip, şeytanın saldırılarına karşı surlara askerler, okçular, gözetleyiciler dikmemiz, içeride çetin bekçiler ve savaşçılar yetiştirmemiz gerek…

Hatta Kur’an okumakla da yetinmeyip diğer ilimlerde de derinleşip, bir âlim olup, o sinsi şeytanın fizik, kimya, biyoloji, felsefe, sosyal ilimler, hadis, sünnet, tasavvuf vs. gibi her türlü alanda birtakım putlar ve haktan sapmış hurafeler yaratıp onları Allah’a ortak koşmamız ve din diye o hurafeler ile amel edip Allah’ın verdiklerine şükretmeyip günahkârlardan olmamız için yaptığı tüm hain saldırılarına karşı uyanık olmamız gerek… Anlayacağınız gözümüzü her daim açık tutmamız gerek! Bunun için de öncelikle okuduğumuzu anlamamız gerek. Yani bir Türk olduğumuz için öncelikle Kur’an-ı Kerim’i kendi öz dilimizde Türkçe olarak okumamız ve anlamamız gerek…

Kısacası aslında bizim yaşayan, ayaklı bir Kur’an-ı Kerim olmamız gerek… Allah’ın “size ayetlerimi göstereceğim, sizlerde onları tanıyacaksınız” dediği gibi ayetleri bizzat hayatın içerisinde yaşarken görüp, “demek ki Allah bu ayette bunu demek/anlatmak istemiş” deyip Allah’ı zikretmek, ayetlerin hikmetini çözmek gerek. Bunları diğerlerine “Biz her resulü, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın.” (İbrahim 4) ile “Rabbimiz! İçlerinden onlara, senin ayetlerini okuyacak, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyip arındıracak bir resul gönder.” (Bakara 129) ayetlerindeki gibi kendi içerisinde bulunduğumuz kavmin dilinde, yani anlayacakları kendi öz dillerinde anlatıp doğru yolu göstermek, böylelikle peygamber gibi etrafına nur saçan bir kandil olmak gerek… Kısacası hak ile batılı birbirinden ayırt edecek ilme sahip kâmil bir insan[14] olmamız gerek. Aksi takdirde kale kolayca düşebilir, ev yıkılabilir, nur sönebilir…

Ancak her ne kadar böyle kâmil bir insan da olsanız nurunuz her an sönebilir. Sönebilir, çünkü Allah’ın dost eylediği seçkin bir kulu olup daimi zikre ve iman nuruna sahip olmak demek, şeytanın Allah’ın o kullarına bir daha asla musallat olmayacağı ve onları doğru yoldan çıkaramayacağı, nurlarını söndüremeyeceği anlamına da gelmiyor… Aksine şeytan ve adamları bu tip insanlara sağdan, soldan, alttan, üstten, her yerden daha çok saldırır ve rahatsız ederler. Onun nurunu söndürüp, karanlıklarda, depresyonda, imansızlıkta, ümitsizlikte, inkârda bırakmak ve ruhunu yeniden ele geçirip, kontrolleri altına almak, Allah’ın gözünden düşürmek isterler. “İmanı bol olan hafızın şeytanı da bol olur.” kısacası…

“Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah, şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah, ayetlerini sağlamlaştırır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Hac 52)

“Allah, iman edenlerin velisidir (dostudur). Onları karanlıklardan nura/aydınlığa çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise Tâğut’tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır.” (Bakara 257)

Ayetlerden de gördüğünüz üzere şeytan ve adamları, bırakın normal insanları, peygamberleri ve onlara yardımcı olan resulleri bile her daim imandan noksan bırakıp, kalplerindeki ve akıllarındaki nuru söndürüp karanlığa geri sokmaya çalışır. Kimi zaman bu saldırılarında başarılı olurlar. Buna örnek olarak şu ayetleri verebiliriz:

“Onlara, kendisine ayetlerimiz [15] hakkında ilim nasip ettiğimiz kimsenin de kıssasını anlat: Evet, o adam bu ilme rağmen o ayetlerin çerçevesinden sıyrıldı, şeytan da onu peşine taktı, derken azgınlardan biri olup çıktı. Eğer dileseydik, onu o ayetler sayesinde yüksek bir mevkiye çıkarırdık, lakin o, dünyaya saplandı ve hevasının (nefsinin) esiri oldu. Onun hâli tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da yine dilini salar solur! İşte bu, tıpkı ayetlerimizi yalan sayan kimselerin misalidir. Sen olayı onlara anlat, olur ki düşünüp kendilerine çekidüzen verirler.” (Araf 175-176)

Ayetlerde kendisine her türlü ilim, delil ve nur verildiği hâlde, yani Allah’a ulaşıp O’nun bir dostu olup ilim ve akıl sahibi bir kulu olduğu hâlde şeytanın bir şekilde her yerden saldırarak kendisini kandırdığı ve nurunu söndürdüğü bir adamdan bahsediliyor. Bu adamın her türlü ilme sahip olduğu hâlde, o ilmi terk edip şeytanın süslediği nefsani dünyevi zevklere geri döndüğünü, onları ahiret yurduna tercih ettiğini görüyoruz.

Buna en güzel örneği Matrix filminden verebiliriz. İzleyenler bilir; Matrix, makinelerin insanları kontrol altında tutabilmek ve onların enerjilerinden faydalanabilmek için yarattıkları sanal bir dünyadır. İnsanlar aslında uykudadırlar fakat makineler tarafından beyinlerine gönderilen sinyaller ve görüntüler neticesinde dünyada yaşadıklarını zannederler.

İnsanlardan kimisi bu içerisinde yaşadıkları sanal gerçekliğin ne kadar gerçek olduğunu sorgular ve hakikati araştırır[8]. Bu araştıran ve sorgulayan insanlardan bazıları, Matrix denen bu sanal âlemden daha önce uyanmış olan Morpheus veya Trinity gibi kalp ve akıl gözleri açılıp kendilerini kurtarmış olan insanlar/ustalar/mürşitler tarafından uyandırılmak suretiyle kurtarılırlar. Kimisi de bir şekilde kendi çabalarıyla hakikate vararak uyanır.[9] [16].

Uyandıkları bu gerçek dünya, Matrix’te onlara süslü ve güzel gösterilen dünyadan çok farklıdır. Farklıdır çünkü Matrix’te insanlar doğdukları günden beri daha yüksek kariyer ve unvan yapıp daha çok para kazanıp daha çok yiyip içip seks ve alışveriş yapmanın; bunun için de daha güzel giyinmenin, spor salonlarına ya da estetik cerrahlarına gidip fiziksel görüntülerini güzelleştirmenin, sahip oldukları bu özellikleri ile etraflarına hava atmanın peşinde koşup gününü gün etmenin, nefsini tatmin etmenin derdindedir. Yani, “Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı övünme, daha çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir.” (Hadid 20) ayetindeki gibi yaşamaktadırlar.

Oysaki uyanıp Matrix’in dışına çıktıkları bu dünyada bunların hiçbirisi yoktur. Bu dünyada, bir evliya gibi yaşayıp, Allah’ın dinine yardımcı olmak, uykuda olan diğer insanları da uyandırıp Matrix’ten çıkarmak, kendilerine bu uyandırma savaşında yardımcı olmalarını sağlamak ve ajan denilen; onları hem gerçek dünyada hem de sanal dünyada yok etmeye, yeniden Matrix’e geri sokmaya ve kontrol altına almaya çalışan İblis ve adamlarına karşı savaşmak vardır.

Fakat bu iş öyle zannedildiği gibi kolay değildir. Çünkü insanlar uyandırılana ve kurtarılıncaya kadar hala Matrix’in bir parçasıdır. Ve bu insanlardan kimisi henüz tekamül açısından kurtarılmaya hazır değildir. Kimisi de Matrix’e, yani kurgulanmış sahte dünya hayatına ve din diye amel ettikleri hurafelere o kadar çaresizce ve sıkı sıkıya bağlıdır ki, bunlar kurtarılıncaya kadar potansiyel birer ajandır yani şeytandır ve İblis’in kurduğu o bozuk sistemi korumak için Matrix’in dışına çıkmış olan Allah’ın resülleri ve evliyaları ile savaşmaya hazırdır.

Bunun yanı sıra Matrix’ten çıkıp, bütün hakikati gördükleri ve ilme vakıf oldukları hâlde, sabırsızlardan olup yaşadıkları bu zor hayattan bıkıp özlemini duydukları dünyevi/nefsani zevklerini tatmin etmek için Matrix’e geri dönmek isteyen ve gerçek hayat olan “ahiret yurdu”nu kaybeden insanlar vardır.

İşte Matrix’ten daha önce çıkmış olan Cypher adındaki karakter de, filmde Ajan Smith’e, (yani şeytana) ünlü ve zengin birisi olup Hollywood ya da pop yıldızları gibi zevküsefa içinde yaşamak karşılığında ruhunu satar ve Matrix’ten çıkmış olan arkadaşlarını ele verir.

Yukarıdaki Araf 175. ve 176. ayetlerinde anlatılmak istenen budur. Yeryüzünde bir ölü gibi hidayetten, ilimden ve haktan habersiz bir şekilde dünya hayatlarını yaşarlarken kendilerine ilim verilip diriltilmiş, hakikate ve nura kavuşturulup daha önce hiç kullanmadıkları kalp gözleri açılmış ve Matrix’ten çıkartılmış insanlar olmalarına rağmen, şeytanın bir şekilde kendilerini yeniden ele geçirip Matrix’e geri yolladığı, kalp gözlerini kapadığı, karanlığa geri soktuğu Cypher gibi insanlar vardır. Bu insanların durumu şu ayetlerde de ayrıca izah edilmiştir:

“İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’a kıyısından köşesinden kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa gönlü onunla hoş olur. Şayet başına bir kötülük gelirse gerisin geri (küfre) dönüverir. O dünyayı da kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu apaçık ziyanın ta kendisidir.” (Hac 11)

Elbette şeytanın dünya çapında kurduğu ekonomik, diplomatik, askerî, istihbarat ve teknolojik düzen ile ele geçirdiği tüm hükümetlerin ve insanların yanı sıra radyo, televizyon, basın, yayın, vb. gibi tüm medya kuruluşları vasıtasıyla sürekli olarak size doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterdiği, yalnızca bilinçaltınızın algılayabildiği nefsani gizli subliminal mesaj bombardımanına tutulduğunuz bir dünyada, dirilip uyanmak, Matrix’ten çıkıp gerçeği görüp kabullenmek, daha sonra hak, adalet ve insan ruhunun kurtuluşu uğruna hangi dinden, dilden ve renkten olursa olsun hakka şahitlik eden tüm peygamberler, resuller, alimler, rahipler, hahamlar, filozoflar ve alimler gibi bir savaşçı olarak bunlarla savaşmak için geri dönmek, her babayiğidin harcı değildir! Yüksek azim sahibi peygamberler gibi sabretmek ve Allah’ın sadık bir kulu ve dostu olmak gerek…

Yüksek azim sahibi peygamberler gibi sabretmek ve Allah’ın sadık bir kulu ve dostu olmak gerek; çünkü bu yolda giderken;

ÖLDÜRÜLEBİLİRSİNİZ…

“Allah’ın ayetlerini inkâr edenler, peygamberleri haksız yere öldürenler, insanlardan adaleti emredenleri öldürenler var ya, onları elem dolu bir azap ile müjdele.” (Ali İmran 21)

“Ne zaman size herhangi bir resul, hoşunuza gitmeyen bir şey getirse, kibirlenip (onların) bir kısmını yalanlayıp bir kısmını da öldürmediniz mi?” (Bakara 87)

“Bunun üzerine kavminin (İbrahim’e) cevabı yalnızca: ‘Onu öldürün ya da yakın!’ demek oldu.” (Ankebut 24)

ALAY EDİLEBİLİRSİNİZ…

“Andolsun, senden önceki resüllerle de alay edildi de içlerinden alay edenleri, o alaya aldıkları şey kuşatıverdi.” (Enbiya 41, Enam 10)

“Onlar kendilerine gelen her nebiyle/peygamberle mutlaka alay ediyorlardı.” (Zuhruf 7)

“Yazık şu kullara! Kendilerine gelen her resulle mutlaka alay ederlerdi.” (Yasin 30)

“O inkâr edenler, zikri (Kur’an’ı) işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle devireceklerdi. ‘O, gerçekten bir delidir.’ diyorlardı.” (Kalem 51)

“Onlara: ‘Allah’tan başka ilah yoktur!’ denildiği zaman, büyüklük taslarlardı. ‘Biz, deli bir şair için ilahlarımızı mı terk edeceğiz?’ diyorlardı.” (Saffat 35-36)

“Zalimler, (inananlara): ‘Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz.’ dediler.” (Furkan 8)

“Biz, onların seni dinlerken ne maksatla dinlediklerini, kendi aralarında fısıldaşırlarken de o zalimlerin, ‘Siz, büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz.’ dediklerini çok iyi biliriz.” (İsra 47)

“Kavminin ileri gelenlerinden inkâr edenler (Hûd’a) dediler ki: ‘Şüphesiz, biz seni akıl kıtlığı/beyinsizlik içinde görüyoruz. Biz senin mutlaka yalancılardan biri olduğuna inanıyoruz.’ Hûd, şöyle dedi: Ey kavmim! Ben beyinsiz değilim. Aksine ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.” (Araf 66-67)

DIŞLANABİLİR, TERK EDİLEBİLİR, YALNIZLIĞA MAHKÛM OLABİLİRSİNİZ…

“Musa, onlara delillerimizi apaçık olarak getirince onlar, ‘Bu, ancak uydurulmuş bir sihirdir. Biz geçmiş atalarımızın zamanında böyle bir şeyin varlığını duymadık.’ dediler.” (Kasas 36)

“Onlar şöyle dediler: Ey Salih! Bundan önce sen, aramızda ümit beslenen bir kimseydin. Şimdi babalarımızın taptıklarına tapmamızı bize yasaklıyor musun? Şüphesiz, biz senin bizi çağırdığın şeyden derin bir şüphe içindeyiz.” (Hud-62)

“Dediler ki: Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını, yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor. Oysa sen gerçekten yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın.” (Hud-87)

“Bunun üzerine kavminin cevabı ancak şöyle demek oldu: Lût’un ailesini memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar temiz kalmak isteyen insanlarmış!” (Neml 56)

SİZE İNANMADIKLARI İÇİN ÜZÜNTÜDEN KAHROLABİLİRSİNİZ…

“Onlar inanmıyorlar diye neredeyse kendini kahredeceksin (öyle mi?).” (Şuara 3)

“Demek sen, bu söze (Kur’an’a) inanmazlarsa, arkalarından üzülerek âdeta kendini tüketeceksin, öyle mi!” (Kehf 6)

SÜREKLİ OLARAK SİZE SAĞDAN, SOLDAN, ÖNDEN, ARKADAN SALDIRAN ŞEYTAN VARDIR…

“Şeytan dedi ki: (Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım. Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimse)ler bulamayacaksın.” (Araf 16-17)

BÜTÜN BUNLAR YETMEZMİŞ GİBİ ÜSTÜNE BİR DE ALLAH TARAFINDAN TEST EDİLİRSİNİZ…

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara 155)

“Andolsun, içinizden cihat edenleri ve sabredenleri belirleyinceye ve durumlarınızı ortaya koyuncaya kadar sizi deneyeceğiz.” (Muhammed 31)

“Yoksa siz; Allah, içinizden cihat edenleri (sınayıp) ayırt etmeden ve yine sabredenleri (sınayıp) ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Ali İmran 142)

Zordur anlayacağınız kâmil insan olmak… Bu tıpkı, bütün balina türleri 12 ile 25 hertz arasında ses çıkarıp birlikte sürüler hâlinde dolaşırlarken, sizin 52 hertz ses çıkarıp koca okyanusta hiçbir balina ile iletişime geçemediğiniz için yapayalnız kalmanıza benzer… Ama belki bunda da bir hayır vardır çünkü:

İşte tüm bu zorluklara rağmen, başınıza ne gelirse gelsin, yüksek azim sahibi peygamberler, resuller, alimler, şahitler, sadıklar ve hatta bu uğurda şehit düşen tüm inananlar gibi Allah’a iman ve kulluk etmeye devam edip, doğru yoldan sapmadan, hayatınızın sonuna kadar haktan ayrılmadan gitmek için savaşanlardan olup, O’nun kahrından da lütfundan da hoşnut olup, O’na şükredenlerden olmalısınız.

“Andolsun, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan üzücü birçok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bunlar (yapmaya değer) azmi gerektiren işlerdendir.” (Ali İmran 186)

“Onlar; başlarına bir musibet gelince, ‘Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.’ derler. İşte Rableri katından rahmet ve merhamet onlaradır. Doğru yola ulaştırılmış olanlar da işte bunlardır.” (Bakara 156-157)

“Şüphe yok ki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, kendilerine şeytandan bir fısıltı/vesvese dokununca, iyice düşünür (Rablerini/Kur’an ve ayetlerini) hatırlarlar. İşte o zaman gerçeği görürler!” (Araf 201)

Dedik ki Kur’an’a nur demekle kastedilen ilimdir; peki, neyin ilmidir bu Kur’an? Bakın Allah ne diyor:

“Andolsun, size öyle bir kitap indirdik ki sizin bütün şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Enbiya 10)

Bu ne demek? Bir insanın hayatı boyunca görüp duyacağı, sorgulayacağı, arayacağı, öğreneceği, yapacağı, yapmayacağı, yaşayacağı her şey, bu kitapta açıklanmıştır. Hâlâ aklınızı kullanıp bu kitaptan faydalanmayacak, okuyup bu ilimden nasibinizi almayacak mısınız, diyor Allah!

Bir insan hayatı boyunca ne görür, duyar, merak eder, sorgular, arar, okur, öğrenir ve yaşar? Ne gibi sorular sorar?

Normal bir insanın “ben kimim, dünyaya nereden geldim, neden buradayım, nasıl yaratıldım, yaşama amacım nedir, yer, gök ve ikisi arasındaki bunca şey neden ve nasıl yaratıldı, şu koca evrende yalnız mıyız, evrende bizden başka yaşayan canlılar var mı, dünya benzeri başka gezegenler var mı, ölümden sonra yaşam var mı, varsa nereye gideceğiz, doğru nedir, yanlış nedir, Tanrı var mı, din nedir, ne değildir” vs gibi sorular sorması gerekir. Kısacası insan kendisini arar. Kendisini bilmek, tanımak, anlamak ve bulmak ister. Kendisi için neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğrenmek, böylece kendisine bir zarar gelmesinden korunup, huzurlu bir hayat yaşamak ister, öyle değil mi?.

İşte Kur’an size bu gibi soruların cevabını verir.

Daha önce de Allah’ın kendilerinden hoşnut olduğunu söylediği akıl, ilim, hikmet ve takva sahibi insanların “ayaktayken, otururken ve yan yatarken Allah’ı andıklarını, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşündüklerini” söylemiştik…

Bu insanlar göklerin ve yerin yaratılışı hakkında ne gibi şeyler düşünüyor ve Allah’ı anıyorlardır sizce?

“İşte her sabah güneş doğuyor, akşam da batıyor. Akşamları bazen Ay çıkar. Bir yıl 365 gün, 12 aydır. 4 mevsim var. Uzayda yıldızlar var. Hayvanlar, bitkiler… Hepsini Allah yaratmış. Benim bunlarla uğraşacak, düşünecek hâlim ve vaktim yok. Benim işe gidip eşimin, çocuklarımın, evin, patronumun ihtiyaçlarını karşılamam lazım. Allah’ın neyi neden yarattığını sorgulamak ne haddimize! Kâfir miyiz oğlum biz! Tövbe tövbe! Günah günah! Boş ver işine gücüne bak, bunları fazla düşünme! Yoksa kafayı yersin. Ölüp gideceğiz zaten. Üç günlük dünya, yemene, içmene, eğlenmene, paranı kazanmaya bak…” gibi şeyler mi düşünüyorlardır?

Yoksa her sabah üzerlerine doğan güneşin ne olduğunu, neden oluştuğunu, bizi nasıl ısıttığını, dünyanın neden döndüğünü, atmosferin bizi nasıl koruduğunu, hayvanların, bitkilerin, böceklerin neden ve nasıl oluştuğunu düşünüyor, düşünmekle de kalmayıp ilimde derinleşip, bilim adamı olup, laboratuvarlarda deneyler yapıp, mikroskoplarla, teleskoplarla, uydularla Allah’ın yeri göğü ve ikisi arasındakileri nasıl yarattığını anlamaya ve keşfetmeye mi çalışıyorlardır?

Bence ikinci gruptaki insanlar gibi düşünüyor ve hareket ediyorlardır…

Çünkü Allah’ın gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri nasıl yarattığı ancak okumakla, sorgulamakla, düşünmekle, araştırmakla ve bunların neticesinde doğru bilgiyi elde edip, hakikate ulaşıp, cahillikten kurtulmakla; ilim sahibi olup karanlıklardan aydınlığa çıkmakla, kısacası ilimin ve bilimin peşinde koşmakla anlaşılabilir… Dediklerime inanmıyorsanız alın size Allah’ın Kur’an’dan cevabı…

“Sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce Kur’an’ı okumakta acele etme. ‘Rabbim! İlmimi arttır.’ de.” (Taha 114)

“Yani namazın bir an önce bitsin de gidip parkta arkadaşlarınla sohbet et diye ne anlama geldiğini bilmeden ezberlediğin sure ve duaları hızlıca okuduğun gibi Kur’an’ı da ondan hiçbir şey anlamadan okuyup bir an önce bitirmek için acele etme… Günümüzde maalesef birçok hafızın yaptığı gibi Kur’an’ı sadece Arapça olarak ezberleyip, ondan hiçbir şey anlamadan da hızlıca okuyup bitirme…

Onu anlamak için önce ilmini arttır. Yerin, göğün ve ikisi arasındakilerin nasıl yaratıldığı hakkında ilim sahibi ol. Bunları sorgula, oku, araştır, incele… Bunları iyice bir idrak et. İlim ve hikmet sahibi ol. Sonra Kur’an’ı düşüne düşüne, ağır ağır; Allah’ın ayetlerde sana ne anlatmak istediğini anlayarak, idrak ederek, kalbine sindirerek oku. Ayetlerini gör ve tanı. Bunu bir insanın yazamayacağını, her şeyi en iyi bilen, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından indirildiğini anla. O’nun varlığına ve sana indirdiği bu kitabın hak olduğuna şahitlik et. Onu kendine hidayet rehberi edin. Ayakta iken, otururken ve yan yatarken, hayat içerisindeki tüm dünyevi gündelik işlerin ile meşgul olurken, O’nu zikret ve ayetlerini hatırlayıp o ayetlerde ne demek istediğini anlamaya çalış. Aksi takdirde Kur’an’ı asla anlayamazsın ve ne O’na ne de nuruna ulaşamasın.” diyor. Zaten koca kitap boşuna “OKU!” diye başlayarak da inmedi herhâlde…

Eğer bu kadar bilginin üzerine hâlâ Allah’ın zatı, ayetleri, neyi, neden, nasıl yarattığı sorgulanamaz, araştırılamaz, günahtır, diyorsanız, size Kur’an’dan Allah’ı sorgulamak, O’na ve nuruna ulaşmak ile ilgili bir başka örnek daha vereyim.

Tüm peygamberler gibi insanlık âlemine rahmet olarak gönderilmiş olan Hz. İbrahim, muhtemelen yeryüzündeki ilk duvar ustalarından birisidir. Oğlu İsmail (a.s) ile birlikte Müslümanların kıblesi olan Kâbe’yi inşa etmiştir. Süleyman (a.s)’dan da Davut (a.s)’dan da önce gelir. Peygamberlerin atası olan Hz. İbrahim, Mısırlılar, Hristiyanlar, Budistler ve benzerleri gibi insanların kendi elleriyle yaptıkları putlara taptıkları bir zamanda, henüz daha küçücük bir çocuk iken, ona yol gösterecek, hakikati anlatacak hiç kimsesi yok iken, iç dünyasında yerin, göğün ve ikisi arasındakilerin yaratılışı hakkında düşünüp bütün bunları kimin yaratmış olabileceğini sorgulamış; Allah’ı aramış, düşüne düşüne, akıl yoluyla mutlak doğruyu/Allah’ı idrak etmiş ve bulmuştur…

“Hani İbrahim, babası Âzer’e, ‘Sen putları ilah mı ediniyorsun? Şüphesiz, ben seni de, kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.’ demişti. İşte böylece İbrahim’e göklerdeki ve yerdeki hükümranlığı ve nizamı gösteriyorduk ki kesin ilme erenlerden olsun. Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: ‘Bu benim rabbimdir.’ Fakat (yıldız) kayboluverince; ‘Ben kaybolup gidenleri sevmem.’ demişti. Ayı doğarken görünce de, ‘İşte Rabbim!’ dedi. Ay da batınca, ‘Andolsun ki, Rabbim bana doğru yolu göstermezse, mutlaka ben de sapıklardan olurum.’ dedi. Güneşi doğarken görünce de, ‘İşte benim Rabbim! Bu daha büyük!’ dedi. O da batınca (kavmine dönüp) ‘Ey kavmim! Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.’ dedi. ‘Ben, hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (Enam 74-79)

“Ve işte bunlar, İbrahim’e, kavmine karşı verdiğimiz delillerimizdir. Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz. Muhakkak ki; senin Rabbin hakimdir (hüküm ve hikmetin sahibidir), alimdir (en iyi bilendir).” (Enam 83)

“Allah, İbrahim’i dost edinmiştir.” (Nisa 125)

Ayetlerde gördüğünüz üzere, Hz. İbrahim de tüm insanlar gibi başlangıçta Allah’ı yeryüzünde aramış, O’nun ne olabileceğini, nerede bulunabileceğini sorgulamış, bu yolda giderken birçok değişik rabler edinip Allah’a ortaklar koşmuş; ancak araştırmaları, sorgulamaları ve gece gündüz derin derin tefekkür etmesi sayesinde bunların hiçbirisinin ilah olmadığını idrak edip akıl yoluyla mutlak hakikati/Allah’ı bulmuş; gökleri, yeri ve ikisi arasındaki her şeyi yaratanın Allah olduğuna, O’ndan başka ilah olmadığına kalben iman etmiştir. Bundan dolayı da Allah onu kendisine dost eylemiştir.

Hz. İbrahim, yaşadığı zamanda kendisinden ilim/nur alabileceği bir Kur’an gibi bir kitabı ya da bir mürşidi olmadığına ve bunları daha çocuk yaşta iken idrak ettiğine göre demek ki Hz. İbrahim Allah’ı beynini yani aklını kullanarak bulmuştur. Demek ki onun çocuk yaşta doğru ile yanlışı birbirinden ayırt edecek, doğrunun ne olduğunu idrak edecek üstün bir zekâsı vardı. Allah Hz. İbrahim’e üstün bir akıl bahşetmişti. Demek ki Allah’ın bir insana bahşedebileceği en büyük lütuflardan birisi de akıl oluyor.

“Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak üstün akıllılar anlar.” (Bakara 269)

Demek ki Hz. İbrahim’in üstün zekâsı sayesinde derin derin düşünerek (tefekkür ederek) Allah’ın varlığına dair zamanının ötesinde elde ettiği bir ilmi ve o ilmi neticesinde de elde ettiği üstün bir imanı vardı.

“Böylece İbrahim’e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu (nizamını, hükümranlığı, iç yüzünü) gösteriyorduk.” (Enam 75, Ali Bulaç Meali)

“İşte böylece İbrahim’e göklerdeki ve yerdeki hükümranlığı ve nizamı gösteriyorduk ki kesin ilme erenlerden olsun.” (Enam 75, Diyanet İşleri Meali)

Dolayısı ile demek ki bir Müslüman’da, daha doğrusu bir insanda bulunması gereken en önemli özelliklerden birisi de aklını kullanıp, düşünüp, sorgulayıp, Hz.İbrahim gibi hakikati bulması gerektiğidir. Allah da Kur’an’da sürekli olarak insanları düşünmeye ve aklını kullanmaya çağırmıştır.

“Şüphesiz, yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan (gerçeği görmeyen) sağırlar, dilsizlerdir.” (Enfal 22)

“Allah, pisliği, aklını kullanmayanlar üzerine bırakır.” (Yunus 100)

“Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Enbiya 10, Enbiya 67)

“İşte biz, düşünen bir toplum için ayetleri böyle açıklıyoruz.” (Rum 28, Yunus 24, Enam 126)

“Bu Kur’an, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” (Sad 29)

“Yine de düşünmeyecek misiniz?” (Enam 50, Enam 80, Yunus 3, Hud 24, Hud 30, Nahl 17, Müminun 85, Secde 4)

“Andolsun biz, Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?” (Kamer 17, 22, 32, 40)

Daha çok ayet var ama bu kadarı yeterli…

Öyleyse diyebiliriz ki, karanlıklardan aydınlığa çıkabilmek ve mutlak hakikate/Allah’a/nura ulaşabilmek için okuduğunu, gördüğünü, işittiğini anlayacak bir akla ihtiyaç var. O akla sahip olabilmek ve onu geliştirip insanlar arasında şeytanın kurduğu tuzaklara takılmadan, Allah’ın doğru yolunda yürüyebilmek ve peygamberin kendisi gibi etrafını aydınlatan bir kandil olabilmek içinde öncelikle “OKUMAYA, DÜŞÜNMEYE, SORGULAMAYA, ARAŞTIRMAYA” yani ilime, bilime ve öğrenmeye ihtiyacımız var.

Peki ilim ve bilimden kastettiğimiz nedir?

Allah’ın Rad 37’de Kur’an için “sana gelen bunca ilimden sonra onların heveslerine uyma” dediği için Kur’an’ın bir ilim olduğunu belirtmiştik.

Peki Kur’an nasıl bir ilimdir?

Kur’an bildiğiniz gibi ayetlerden oluşan bir kitaptır. Ayet de kelime anlamı olarak kendisinden ibret alınacak, üzerinde düşünülecek işaret, delil, mucize, olay, bilgi demektir. Allah Kur’an ayetlerini okumamızı, üzerinde derin derin düşünmemizi, kendisini gösteren delilleri araştırıp, bulup, O’nun tek ilah olduğu kavrayıp yalnızca O’na kulluk etmemizi ve verdikleri için O’na şükretmemizi istemiştir.

İşte Allah derin derin okumamızı ve düşünmemizi istediği Kur’an’ında, Kur’an ayetlerinden başka, yarattığı canlı cansız her şeyde, yani doğada, düşünenler ve akıl sahipleri için okuyabilecekleri, onlardan ibret alabilecekleri, varlığının ve yüceliğinin delillerini gösteren, üzerinde düşünülmesi gereken ayetleri olduğunu da söylemektedir.

Örneğin:

“Yeryüzünü size beşik yapan, onda sizin için yollar açan, gökten su indiren O’dur. Biz o suyla çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık. Yiyin, hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için (Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren) ayetler/deliller vardır.” (Taha 53-54)

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ayetler/ibretler vardır.” (Casiye 13)

“Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ayetler/ibretler vardır.” (Rum 21)

“Bizim, onlardan önce nice nesilleri helak etmiş olmamız kendilerini yola getirmedi mi? Hâlbuki onların yurtlarında gezip dolaşırlar. Bunda, elbette ki akıl sahipleri için nice ayetler/ibretler vardır.” (Taha 128)

“Allah o su ile size ekin, zeytin, hurma ağaçları, üzümler ve her türlü meyvelerden bitirir. Elbette bunda düşünen bir kavim için bir ayet/ibret vardır.” (Nahl 11)

“O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emri ile sizin hizmetinize verilmiştir. Şüphesiz bunlarda aklını kullanan bir millet için ayetler/ibretler vardır.” (Nahl 12)

“Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de (faydanıza verdi). Şüphesiz bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için ayetler vardır.” (Nahl 13)

“Hayvanları da yarattı. Onlarda sizin için bir ısınma ve birçok faydalar vardır. Hem de onlardan yersiniz. Onları akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken de sizin için bir güzellik (ve zevk) vardır. Kendi kendinize zor varacağınız memleketlere, yüklerinizi taşırlar. Doğrusu Rabbiniz şefkatlidir, merhametlidir. Hem binesiniz diye, hem de süs olarak atları, katırları ve merkepleri de yarattı. Bilemeyeceğiniz daha nice şeyleri de yaratır. O, gökten sizin için su indirendir. İçilecek su ondandır. Hayvanlarınızı otlattığınız bitkiler de onunla meydana gelir. Allah o su ile size ekin, zeytin, hurma ağaçları, üzümler ve her türlü meyvelerden bitirir. Elbette bunda düşünen bir kavim için bir ayet/ibret vardır.” (Nahl 5-11)

Demek ki insanın Allah’ın peygamberin kalbine indirdiği Kur’an ayetleri haricinde göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılışı hakkında da düşünmesi, bunların nasıl olup bittiği hakkında okuması, araştırması, keşfetmesi, bunlar hakkında ilim sahibi olması gerekmektedir. Yani tabiatı incelemesi, bilim ile uğraşması, bilimin peşinde koşması gerekmektedir. Gerekmektedir ki kendini bilsin, gücünün bunların hiçbirisini yaratmaya yetmeyeceğini idrak etsin; kendisini Allah’a ortak koşmaktan vazgeçsin. Bütün bunlarda Allah’ın varlığını gösteren ipuçlarını keşfedip Hz. İbrahim gibi O’na hiçbir şeyi ortak koşmadan kulluk etsin.

Öyleyse diyebiliriz ki, bu göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılışı hakkında okunan her ilim ve yapılan her bilim, akıl sahipleri olduğu kadar diğer tüm insanlar için de Allah’ın birer ayeti, ibret ve öğüt alınacak delilidir…

Ayetlerden anlaşıldığı üzere de Allah kitapta bize yer gök ve ikisi arasında yarattığı canlı cansız tüm nesne ve varlıkların kendi varlığını, yüceliğini ispat eden ayetleri yani delilleri olduğunu bildiriyor. Dolayısı ile aklıselim bir insan, yer gök ve ikisi arasındaki Allah’ın Kur’an ayetleri harici bu delillerini takip edip, ilmi araştırmalar, gözlemler, felsefeler yapıp, Allah’a ulaşabilir. Çünkü Kur’an’daki ayetlere göre doğadaki bu ayetler de Allah’ın peygamberin kalbine vahyettiği Kur’an ayetleri gibi Allah’ın birer ayetidir.

Tarih de bize gösteriyor ki, Kuran’dan ve ondaki hidayet dolu mesajlardan bihaber gelmiş geçmiş pek çok Hristiyan ya da Yahudi bilim insanları, Allah’ın doğadaki bu ayetlerini takip ederek, bu ayetler üzerinde derinlemesine düşünerek, kiliseye ve onların akıl ve hikmet dışı öğretilerine karşı gelmiştir. Bu bilim insanlarından pek çoğu, kilise tarafından tanrıya karşıya geliyorlar diye aforoz edilmiş, kafir ilan edilmiş ve cadı diye yakılmıştır. Kiliseye göre tanrı Hz.İsa’dır. Kiliseye karşı gelen bilim adamları ise bir insan olan Hz.İsa’nın tanrı olamayacağını, beşer bir insan olan Hz.İsa da dahil, yeri göğü ve ikisi arasındakileri yaratan çok daha büyük bir güç, çok daha güçlü bir yaratan olduğunu savunmuştur. Örneğin:

Johannes Kepler: “Tabiat kitabına göre biz astronomlar, yüce tanrının din adamları olduğumuzdan, bizim tanrının şanını konuşmamız gerekir.”

Galileo Galile: “Tabiat hiç şüphesiz tanrının vazgeçemeyeceğimiz okunması gereken diğer bir kitabıdır.”

Newton: “Diğer tüm kanıtları bir yana bırakırsak, baş parmak bile benim tanrıya inanmam için yeterlidir.”

Bu ve benzeri pek çok bilim insanı, İncil ve Tevrat’taki ayetler yerin, göğün ve ikisi arasındakilerin yaratılışını bilimsel olarak açıklayamadığı, kilisenin öğretileri de çağın bilimsel gereksinimleri karşısında yetersiz kaldığı için, kiliseyi ve onun öğretilerini reddetmiş, kendilerine yol gösterici olarak aklı ve bilimi rehber edinmişlerdir.

Tahrif ettikleri kutsal kitaplar ve kendi nefslerine göre uydurdukları din yüzünden bilimsel gelişmeler karşısında yetersiz kalıp, din ile elde ettikleri dünyalık saltanatları sarsılan Ortaçağ Katolik Kilisesi ise, halkın üzerindeki egemenliğini kaybetmemek için durumu bu bilim adamlarını ortadan kaldırmakla ya da sürgün etmekle çözmeye çalışmıştır. Ancak Kilise, bilimsel gelişmeler ve neticesi olarak ortaya çıkan aydınlanma hareketi karşısında daha fazla dayanamamış ve gücünü kaybetmiştir. Kilisenin öğretileri yerine benzerlerini Kur’an’da da kolaylıkla bulabileceğimiz evrensel ahlak ilkeleri ve bilimsel açıklamalar almıştır.

Elbette beş parmağın beşi de bir değildir. İnsanlar arasında kılavuz olarak sadece aklı ve bilimi rehber edinip, Tanrıyı ve dinini reddedenler de vardır. Bunlara rağmen hangi dinden, dilden ve renkten olursa olsun, yeryüzünde Allah’ın doğadaki ayetlerini inceleyip, düşünen, araştıran, sorgulayan ve tüm bu araştırmalar sonucunda yeri, göğü ve ikisi arasındakileri yaratan tek bir ilah olduğunu idrak edip, Hz. İbrahim gibi bir hanif olarak O’na gönülden teslim olan, yüzünü O’na dönen ve Allah ile dost olan çeşitli dinlere mensup filozoflar ve bilim insanları da vardır ve varolmaya da devam edeceklerdir.  Tıpkı aşağıda örneklerini verdiğim kimi bilim insanları gibi:

Johannes Kepler (1571-1630): “Beyaz ayıları ve beyaz kurtları Kuzey’in karlı bölgelerine gönderen kimdir? Ayıların, balinaların ve kurtların beslenmesi için, kuşların yumurtalarını da onlarla birlikte orada bulunduran kimdir?” diye sorduğu sorunun cevabını yine kendisi şöyle cevaplamıştır: “Bizim Tanrı’mızdır ve O en büyüktür ve O’nun üstünlüğü en büyüktür ve O’nun aklı sonsuzdur, O’nun sonu yoktur.”

John Ray (1627-1705): Ünlü İngiliz botanikçisi John Ray: “Özgür bir adam için doğanın güzelliklerini ve Tanrı’nın sonsuz aklını ve yüceliğini düşünmekten daha değerli bir şey olamaz” diyerek bilim ve dinin içiçe olduğunu her zaman vurgulamıştır

Robert Boyle (1627-1691): Evrende akıllı bir tasarım olduğunu ve bu tasarımın üstün güç sahibi bir Yaratıcı tarafından yapılmış olduğunu düşünen modern kimyanın kurucusu olan Boyle, Tanrı’nın varlığını doğadaki ayetleri ile açıkça gösterdiğini bakın nasıl ifade ediyor: “Dünyadaki mevcut sistemin mükemmel bir şekilde planlanmış olması, özellikle de hayvanların sahip oldukları ilginç özellikler, duyular ve hayranlık uyandıran yapıların hepsi tarih boyunca düşünürlerin Tanrı’nın varlığını kabul etmelerine neden olmuştur.”

Isaac Newton (1642-1727): Tüm zamanların en büyük bilim adamı olarak kabul edilen Newton’un, dünyanın seyrini değiştiren buluşlarının temelinde, onun Tanrı’ya yakınlaşma isteği vardır. Newton, Tanrı’yı daha yakından tanımak için yol olarak, Tanrı’nın yarattığı eserleri araştırmayı bulmuştur. Bu amaçla büyük bir şevkle araştırmalarına sarılmıştır. Newton, bilimsel araştırmalarını yapma gayretinin ardındaki sebebi Principia Mathematica adlı eserinde şu sözlerle ifade etmiştir: “Bizler Tanrı’ya muhtaç, aciz kullar olarak, kendi aklımıza göre değıl, O’nun yani Tanrı’nın, aklının büyüklüğünü ve yüceliğini görmeli ve O’na teslim olmalıyız. Tanrı sonsuz ve mutlaktır; gücü sınırsızdır ve herşeyden haberdar olandır; varlığı sonsuzluğa dayanır; herşeyi yönetir, yapılan ve yapılacak olan herşeyi bilir. O sonsuz ve sınırsızdır; … Daimidir ve vardır; Varlığı daimidir, her yerde mevcuttur; her zaman ve her yerde var olmasıyla O, tüm zamanı ve aralıklarını yaratır.”

Samuel Morse (1791-1872): İnsanlık tarihi için önem taşıyan telgrafı keşfetmiş büyük bir bilim adamı olan Morse, herşeyi bir amaç doğrultusunda yaratan bir Yaratıcı’nın varlığına inanıyordu. Ona göre maddi dünya ve manevi dünya beraberce uyum içinde işlemekteydi. Morse, şunları yazmıştı: “Bilgim arttıkça dinin ilahi kaynağının kanıtları daha da netleşiyor, Tanrı’nın büyüklüğü anlaşılıyor, gelecek ümit ve zevkle aydınlanıyor.”

James Prescott Joule (1818-1889): Termodinamiğin birinci kanununu keşfeden ünlü bilim adamı Joule, tabiat kanunlarını öğrendikçe Tanrı’yı daha yakından tanıyabileceğine inanan bilim adamlarındandır. 1864 yılında Darwin’e karşı bir manifesto imzalayan 717 bilim adamının en önde gelenlerinden olan Joule’ün Tanrı inancını şu sözlerle ifade etmiştir: “Tanrı’nın isteklerini öğrendikten ve itaat ettikten sonra yapacağımız diğer şey O’nun aklını, gücünü ve iyiliğini yaptığı işlerin kanıtından bilmektir. Tabiat kanunlarını bilmek Tanrı’yı bilmektir.”

Louis Pasteur (1822-1895): Tıp bilimi tarihinde önemli bir yere sahip olan ve bilim ile din arasındaki uyumu savunan Pasteur tanrıya olan inancını şöyle ifade etmiştir: “Doğayı ne kadar çok incelersem, Yaratıcı’nın eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor. Bilim insanı Tanrı’ya götürür.”

William Thompson (Lord Kelvin) (1824-1907): Hidrojen ve helyumu sıvılaştırmak için başarılı bir metot geliştiren ilk kişi olan Lord Kelvin’in Tanrı’ya olan inancını ifade eden sözlerinden birkaç örnek şöyledir: “Hür düşünen insanlar olmaktan korkmayın. Eğer derin düşünürseniz, bilim aracılığıyla Tanrı inancına yönelirsiniz. Hayatın kökenine baktığımızda, bilim, kesin bir şekilde o Büyük Kudret’in varlığını onaylar.”

J.J. Thomson (1856-1940): Cambridge Üniversitesi’nde fizik profesörü olan ve Elektronun varlığını ilk ortaya çıkaran Thomson’un, bilimin ulaştığı sonuçların Tanrı”nın varlığını gösterdiğini ifade eden sözleri şöyledir: “Bilim kalesinin yüksek zirveleri Tanrı”nın muhteşem işlerini gösteriyor.”

Sir James Jeans (1877-1946): Ünlü fizikçi Sir James Jeans, evrenin sonsuz ilim sahibi bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını şu sözlerle anlatır: “Evren hakkında yapılan bilimsel bir araştırmanın sonucu tek bir cümleyle özetlenebilir: Evren, bilgisi sonsuz bir varlık tarafından dizayn edilmiştir.”

Albert Einstein (1879-1955): Çağımızın en önemli bilim adamı olan Albert Einstein aynı zamanda Tanrı’ya olan inancı ile de tanınmaktadır. Bilimin dinsiz olamayacağını savunan Einstein’ın din ve bilimle ilgili bir sözleri şöyledir: “Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Bu durum şöyle ifade edilebilir: Dinsiz bir bilime inanmak imkânsızdır. Bilimle ciddi şekilde uğraşan herkes tabiat kanunlarında bir ruhun, insanlardan daha üstün bir ruhun olduğuna ikna olur. Bu yüzden bilimle uğraşmak, insanı dine götürür.”

Wernher von Braun (1912-1977): II. Dünya Savaşı sırasında ünlü V-2 roketlerini geliştirerek Alman roket mühendisliğine önderlik eden Dr. Braun tanrıya olan inancına dair “İnsan eliyle uzayda uçmak şaşırtıcı bir başarı ama uzay, kapılarının çok az bir kısmını insanlara açıyor. Bu delikten evrenin geniş esrarına bakmak, Yaratıcı’ya olan kesin inancımızı onaylıyor. Evreni var eden üstün bir Aklı tanımayan bir bilim adamını ve gelişen bilimi reddeden bir din adamını anlamakta güçlük çekiyorum.” demiştir.

Max Planck (1858-1947): Ünlü Alman fizikçi Max Planck, Tanrı’ya olan inancını şu sözlerle vurgulamıştır: “Hangi sahada olursa olsun, bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: ‘İman et. İman, bilim adamlarının vazgeçemeyeceği bir vasıftır.”

Kur’an’ı incelediğimizde Allah’ın Kur’an’da bize kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamamızı, bizleri ilah olarak yalnızca kendisine kulluk etmemiz için yarattığını, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamadığını,  bundan başka günahları dilediği kimse için affedeceğini ve onları cennetine sokacağını bildirdiğini görüyoruz.

Dolayısı ile Dolayısı ile tüm bu anlattıklarımızın ışığında diyebiliriz ki, bir insanın cennete gidebilmesi için illaki Müslüman olması, Kelime-i Şahadet getirmesi, namaz kılması, hacca gitmesi ya da Peygamber Efendimiz gibi giyinmesi, sakal uzatması veya hareket etmesi gerekmez. Çünkü Allah kitabında hangi dinden ve dilden olursa olsun, kendisini tek ilah olarak kabul edip iman edenlerin, kendisinden çekinenlerin ve salih amellerde bulunanların amellerini boşa çıkarmayacağını ve onları mükafatlandıracağını bildirmektedir.

“Gerçek şu ki, iman edenlerle Yahudiler, Sabiîler ve Hristiyanlardan Allah’a, ahiret gününe inanan ve salih amellerde bulunanlar; onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Maide 69)

“Şüphesiz, iman edenler(le) Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiîler(den kim) Allah’a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” (Bakara 62)

Öyleyse diyebiliriz ki Allah’ın yer gök ve ikisi arasında yarattıkları, yani tabiatın ışığı, ve onun işleyişini anlamak için yapılan her türlü ilim ve bilimsel çalışma, handi dinden ve dilden olurlarsa olsunlar, kimi insanlar için onları tanrıya ulaştıran Kur’an-ı Kerim benzeri bir mürşiddir, rehberdir, kılavuzdur.

Bu bilimsel çalışmalar keza yine kimileri için Allah’ın hidayet rehberi olan Kur’an-ı Kerim’i anlamaya ve onları Allah’ın doğru yoluna çıkarıp, hidayete ulaşmalarına vesile olan bir mürşit, ışık ve kılavuzdur.

Dolayısı ile diyebiliriz ki, ne bilim dine ne de din bilime düşman değildir. Din ve bilim aslında bir bütündür. İkisi de insanı hakikate ve Allah’ın doğru yoluna ulaştırır.

Ve hatta ilim ve bilim Müslümanların Kur’an’ı anlayıp Allah’a ulaşmalarına, Müslüman olmayanların ise Allah’ın doğadaki ayetlerini anlayıp ilah olarak tek tanrı inancına sahip olmalarına ve Tanrıya ulaşmalarına vesile olduğu için hayattaki en hakiki mürşit ve nur “ilim”dir diyebiliriz. İlim ile bütün karanlıklar aydınlanır, hak ve hakikat ortaya çıkar. Bu hakikate, ilime, nura ulaşabilmek için de Allah’ın ipi ve hidayet rehberi olan Kur’an’a; Kur’an’ı hakkıyla anlayıp nurlanabilmek, aydınlanabilmek için de ilime ve bilime tutunmalıyız. İşte tutunduğumuz bu ipin ve tüm ilimlerin tek gerçek kaynağı da Allah olduğu için, O göklerin ve yerin nurudur… O’nun bize bildirdiğinden, bilmemize izin verdiğinden başka bizim bir bilgimiz/ilmimiz yoktur. Şüphesiz O alimdir, her şeyi en iyi bilendir. O nur üstüne nurdur… O yeri, göğü ve ikisi arasındaki her şeyi sahip olduğu o üstün nuru, yani ilmi ile yaratmıştır.

“De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa ve bir o kadarını daha ilave etsek (denizlere deniz katsak); Rabbimin sözleri tükenmeden önce denizler tükenirdi.” (Kehf 109)

“Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa ve yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa, yine de Allah’ın sözleri bitmezdi. Doğrusu Allah güçlüdür, hakimdir.” (Lokman 27)

“Muhakkak ki Allah, her şeyi en iyi bilendir.” (Şura 12)

Sadakallahülazim…

Kaynakça:

[1 Enam 38

[2] Maide 3

[3] Enam 122: “Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir?”

[4] MÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 16-17; 1998-1999, Kur’an-ı Kerim’de Nur Kavramı, Dr. Ömer ÇELİK, Sayfa 160-161

[5] Ali İmran 103

[6] Araf 3

[7] Ali İmran 105

[8] Ali İmran 19

[9] Ali İmran 85

[10] Bakara 130

[11] Naziat 24

[12] Ali İmran 96: “Gerçek şu ki; İnsanların ibadet etmesi için ilk kurulan ev, Mekke’deki o kutsal ve bütün âlemler için hidayet kaynağı olan Kâbe’dir.”

[13] Sad 82-83, İsra 62

[14] Diğer dinlerde buna Nirvana’ya ulaşmak, taç çakraya ulaşmak, bin yapraklı Lotus Çiçeği (Buda), Avatar olmak denir. Bizde de kutup, gavs diye adlandırılır. Aslında tüm inançlarda anlatılan aynı hikâyedir…

[15] Ayetlerimiz = varlığımızın delilleri

[16] Kid’s Story, Animatrix

[17] Cuma 5: “Kendilerine Tevrat verildiği hâlde, onunla amel etmeyenlerin durumu (içindeki derin anlamları, hikmet ve hükümleriyle gereği gibi yüklenmemiş olanların durumu), ciltler dolusu kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür.”

[1] İsra 43, Haşr 23
[2] Enam 38
[3] Müzzemmil 4
[4] Şura 52, Zümer 23
[5] MÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 16-17; 1998-1999, Kur’an-ı Kerim’de Nur Kavramı, Dr. Ömer ÇELİK, Sayfa 160-161
[6] Şura 52: İşte sana da böyle emrimizden bir ruh (gönüllere can veren bir söz) vahyettik. Sen Kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi, doğru yola ilettiğimiz bir nur yaptık.
[7] Araf 203
[8] Ali İmran 191: “Onlar ki; ayakta, oturarak ve yanları üzerinde iken hep Allah’ı hatırlayıp anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde inceden inceye düşünürler ve “Ey Rabbimiz! Sen bunların hiçbirini anlamsız ve amaçsız yaratmadın. Sen yücelikte sınırsızsın, bizi ateş azabından koru.”derler.
[9] Cin 14: “Kim Müslüman olursa işte onlar hakikati arayıp bulmuşlardır. “

19264 Toplam Görüntülenme 3 Günlük Görüntülenme
Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

2 comments on “ALLAH’IN NURU NEDİR? ALLAH NURUNU KİMLERE VERİR? ALLAH’IN NURUNUN BULUNDUĞU EV NERESİDİR?ALLAH’A NASIL ULAŞIRIZ?”

    • CuneytAktan Reply

      Eyvallah Sayın Ali Rıfat. Önerinizi değerlendireceğim. Saygılar.

Leave A Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.